MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLERİNDE KÜLTÜR VE TEŞKİLAT

MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLERİ-GERİ DÖN
MÜSLÜMAN TÜRK DEVLETLERİNDE KÜLTÜR VE TEŞKİLAT
Kültür ve Teşkilat
"Tanrı devlet güneşini Türkler'in burcunda
doğdurmuş, göklerdeki dairelere benzeyen devletleri
onun saltanatı etrafında döndürmüş, Türkler'i
yeryüzünün hâkimi yapmıştır."
Kaşgarlı Mahmud


        Türk tarihinin bu safhasında kurulan siyasî teşekküller artık "Bozkır ili" değildir. Sosyal durum, iktisadî hayat, idarî ve askerî yönlerden olduğu gibi, dil, edebiyat, san'at itibariyle Türkler yeni bölge ve kültür şartlarının gerektirdiği anlayışlara da uymuşlardır, dolayısiyle eskisinden oldukça farklı bir hüviyyete bürünmüşlerdir. Bu şartlardan biri, İslâmiyetin, dünyevî faaliyetleri de kadrolayan kitabî bir din olması, diğeri de yerli halkın, islâmî akîde ve müesseselerle birlikte, eski İran (Sâsânî) geleneklerinden bir kısmını yaşamakta devam etmesidir.

        Türkler, hâkimiyetleri esnasında, müslüman kütlelerce alışılmış ve onları tedirgin etmiyen gelenek ve kuruluşlara müdahale etmemişlerdir. Bu itibarla: Sosyal tabakalaşmanın devamı, halk dili Farsça ile Kur'ân dili Arapçanın konuşma ve yazışmada kullanılması, edebiyatta, dinî ve ilmî eserlerde bu dillerin geçerli olması, Türk idareciler tarafından islâmî isimler, unvanlar, lâkaplar alınması, mevcut hükûmet teşkilâtının adları ile birlikte muhafaza edilmesi, devleti koruma hizmetine yerli unsurların iştirak ettirilmesi ve islâmın inanç ve ideallerinin devlette hâkim bir mânevî güç durumuna yükselmesi bu Türk siyasî teşekküllerinin özellikleri olmuşlardır.

Burana / Anıtsal Mezarlar

        Fakat bu Türk devletleri tam bir "islâm devleti" de değildir. Aradaki farklar temelde ve özde olduğu için mühimdir. Türk-İslâm devletinin islâm devletinden ayrıldığı noktalar özellikle: Hükümranlık anlayışı, devlette askerî karakter, cemiyette dinî davranış, toprak rejimi ve sosyal haklarda belirir. O hâlde bu Türk devletleri islâm dininin hâkim bulunduğu ülkelerde mevcut "kültür çevresi" değerleri ile, Bozkır Türk siyasî, sosyal, hukukî örf ve geleneklerinin birbiri ile ahenkli şekilde kaynaştığı kendine has karaktere sahip teşekküllerdir.

        Bu kaynaşma tabiatiyle pek kolay olmamış, uzunca bir geçiş merhalesi gerektirmiştir. Türkler'in münferiden veya küçük âileler hâlinde hilâfet hizmetine girmeleri bir yana bırakılırsa, ilk İslâm-Türk siyasî kuruluşu olan Kara-Hanlılar zamanı bu "geçiş"in devlet seviyesindeki devresini teşkil eder. Gerçekten Orta Asya'da halkı yüzde yüze yakın Türk asıllı bir sahada kurulduğu için siyasî, içtimaî ve hukukî yönden Türk olan Karahanlı devleti, dinî açıdan islâmiyeti temsil etmekte, Türk-İslâm cemiyet tipine doğru köprü vazifesini görmüş bulunuyordu. Gelişme Selçuklular'la tamamlandı.

       Gazneli devletinde bu sonuç alınamazdı, çünkü yabancı etnik kütle üzerinde ancak ince bir tabaka meydana getiren ve İslâm dünyasının kenarında faaliyete geçen Gazneli idarecilerinin bir yandan yerli unsura dayanmak mecburiyeti, diğer taraftan siyasetlerinin daha çok dışa (Hindistan'a) dönük bulunması onları böyle bir imkândan yoksun bırakmıştı. Halbuki Selçuklu Devleti müslüman ülkelerin ortasında kurulmuş ve bütün siyasî, iktisadî, dinî icraatı doğrudan doğruya bu memleketlerin meselelerine, Türk ve yerli müslüman halkın arzu ve ihtiyaçlarının tatminine yönelmişti. Böylece, bilhassa bahis konusu "kaynaşma"yı gerçekleştirmek suretiyle Türk-İslâm devlet ve cemiyetini yaratmağı başaran Büyük Selçuklu İmparatorluğu zamanı, sonraki bin yıllık tarihe damgasını vuran bir "büyük çağ" vasfını taşımaktadır.

Umumi Durum
Kara-Hanlı devletinde "Arslan Han" unvanlı "büyük hâkan" ülkenin doğusunu, onun yüksek hâkimiyeti altında "Buğra Han" unvanlı diğer bir han da batıyı idare ediyordu. "İlig"ler ve "Tegin" diye anılan şehzadeler geliyordu. Tegin'likten İlig'liğe, sonra Buğra Han'lığa ve nihayet Arslan Han'lığa yükselmek suretiyle memleketi idare eden hânedan üyelerinden kendilerine vazife verilenler, bölgelerinin merkezlerinde (Balasagun, Özkend, Kâşgar, Sayram, İlâk, Buhâra vb.) bir mikdar askerî kuvvet bulunduruyor ve merkezî hükümetin izni ile kendi adlarına para bastırıyorlardı. Başkentte hâkanlara vekâlet edenler Erkin, Sağun vb. gibi unvanlar alırlardı. Başında, Kaşgarlı'ya göre, halk arasından yetişmiş "vezir"lere verilen "Yuğruş" unvanlı bir zatın bulunduğu bir danışma kurulu veya devlet meclisi vardı. Bu hey'et ile hâkan arasındaki irtibatı Tayangu (hâcib, ulu hâcib) sağlar, memleket içi ve dışı yazılı münasebetler Bitigci tarafından, mâliye işleri Ağıcı tarafından düzenlenirdi.

       Görülüyor ki, Kara-Hanlı devletinde idare Bozkır İli'nin devamı mâhiyetinde idi. Yalnız teşkilâtın üst kademelerinde, eski "hâkan" yerine Arslan Han gibi bazı ıstılah değişikliği olmuştu. İslâmî açıdan görülen yeniliklerde, islâm devletinde meşrûiyetin şartı olarak, hükümdarlığın halife tarafından tasdiki, ülkede halife adına hutbe okutulması, parada halifenin adının zikredilmesi, bir de, hâkanın başı üzerinde çetr (sırmalı kadifeden şemsiye; hâkimiyet alâmeti idi) taşıması idi. İslâmiyeti ilk kabûl eden Satuk Buğra'dan itibaren han'lar müslüman isim ve lâkapları almağa başlamışlar, fakat Sultan unvanını ancak 13. yüzyıla doğru kullanmışlardır.

Buhara / İç Kale Girişi

       Kara-Hanlı devletinde hükümranlık, esasta, Bozkır İli meşrûiyet prensibine dayanıyordu. 1070 yılına doğru Kâşgar'da yazıldığı bilinen ünlü siyaset kitabı Kutadgu-Bilig'de bu husus belirtilmektedir. Şeriat, hilâfet gibi islâm devletinin temel unsurlarından, Kur'an'dan, hadîsten ve dinî-hukukî islâm müesseselerinden bahsedilmeyen ve ahalinin bir islâm cemiyetinden ziyade Türk topluluğu vasfında tanıtıldığı bu eserde meşrûiyet eski Türk "kut" ve "töre" telâkkilerine dayandırılmıştır. Bilindiği üzere, hükümranlığı Tanrı bağışı kabûl etmekle birlikte töre hükümleri ile sınırlayan bu anlayışın eski Hind-İran telâkkisi ile bir ilgisi mevcut değildir.

        Daha ziyade mahallî bir islâm devleti durumundaki Gazneliler'de, hükümdarlığı, hilâfet makamınca tasdik edilen ve halifeden çeşitli lâkaplar alan Mahmûd "Sultan" unvanı ilk tevcih edilen hükümdar olmuş, sonra bu tâbir bütün islâm devleti başkanları tarafından resmî unvan olarak kullanılmıştır. Ancak siyasî gelişme yönünden Selçuklu İmparatorluğu'nun devamı olup, şeklen de olsa onun yüksek hâkimiyetinde birer idarî otorite vasfını muhafaza eden Atabeylikler ve Arap, İranî değil Türk unvanlarının taşındığını Anadolu Türkmen Beyliklerinde "Sultan" unvanı mevcut olmamıştır ki, bu da, bütün Orta-Doğu bölgesine yayılmış çeşitli siyasî kuruluşların, bu arada Anadolu Selçuklu kolunun, meşrû hükümranlığını kendi üzerinde taşıyan Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun oynadığı merkezî rolü ortaya koyar.

  Selçuklular başlangıçta eski Gök-Türk devlet telâkkisi ve teşkilâtının tatbikçisi olan Oğuz-Yabgu devletinin izinde idiler. Başta Yabgu vardı. İnal, Yınanç ve Bey unvanlı hânedan üyeleri onun etrafında idarî sorumluluğa iştirak etmekte idiler. Fakat Horasan'a geçtikten sonra değişiklikler belirdi. Gerçekten 1040 Dandanakan savaşının en mühim neticesi olarak Horasan'a Selçuklu yerleşmesi Türk-İslâm devlet ve cemiyetinin teşekkülünde en tesirli olay niteliğinde görünmektedir. Nişâpûr, Merv, Serahs, Tûs ve Belh gibi büyük iskân mahallerini (şehirleri ve civar köyleri) içine alan Horasan kıt'ası, aynı zamanda kır sahalarının genişliği ve otlakları ile Bozkırlı nüfusu en iyi şekilde barındıracak bir ülke olduktan başka, Türkler'in kalabalık koyun, sığır, at sürülerinden elde ettikleri mahsûller de şehirli ve köylü ihtiyaçlarını karşılaması ve yerli el sanatlarına ham madde teşkil etmesi itibariyle bölge iktisadiyatını tamamlayacak mahiyette idi. Böylece Selçuklu kütlelerinin asıl göç sebepleri olan yer darlığını ortadan kaldırıp geçim sıkıntısını gideren Horasan, ayrıca, Ortaçağ dünya ticaretinin belli başlı noktalarından biri olarak da büyük değer taşıyordu.

İslam Amme (Kamu) Hukukunda Değişiklik
    Fakat bu devletin, hilâfet merkezine uzaklığı yüzünden aynı bölgelerde meydana çıkan Tahirîler, Saffârîler ve Sâmânîler gibi müslüman-İranlı devletlerden çok farklı yanları vardı. Türk özellikleri dışında, bu fark başta hükümranlık anlayışında görülüyordu: Bilindiği üzere islâmiyette devlet başkanı (halife), Allah'ın elçisi (resûl) olan Peygamberimize vekillik ettiği için "bütün müslümanların başı" (Emîr'ül-mü'minîn) diye anılır ve o, insanların dünya ve ahiret bütün işledi dahil, kâinat nizamının, Allah kelâmı (Kur'ân)nın emir ve nehiyleri (şerîat) dairesinde, idaresinden sorumlu bulunurdu. Halbuki Türk hükümdarı Tanrı bağışı "kut" yolu ile yalnız yeryüzündeki insanları idare etmekle vazifeli idi. İşte hâkimiyet anlayışındaki bu ayrılık islâm tarihinde ilk defa Büyük Selçuklu İmparatorluğu çağında ortaya çıkmış ve Türk hükümdarları dünyayı idare etme yetkisini halifeye devretmeyerek kendi uhdelerinde muhafaza etmişlerdir.

      Daha önceki islâm devletlerinde, hattâ Gazneliler'de bile devlet başkanları "islâm halifesine bağlı birer müslüman emir" durumunda iken ve halifenin yüksek otoritesini tanıyarak her türlü icraatında dinî hükümler çerçevesinde kalmağa, dünya meselelerini de şeriat ahkâmına göre yürütmeğe gayret ederlerken, Selçuklu sultanları hürmette kusur etmedikleri halifeyi sadece muhterem bir vatandaş addediyorlar ve hilâfet başkenti Bağdad'a Türk imparatorluğunun bir şehri gözü ile bakıyorlardı.

     Bozkır Türk devletlerinde (Gök-Türkler, Hazarlar vb.) dinî tolerans şeklinde, hattâ Kara-Hanlılar'da Türk meşrûiyet prensibi olarak görülen, dünya işlerinin din işlerinden ayrı tutulmasından ibaret eski Türk geleneği 1055'de Bağdad'a giren Sultan Tuğrul Bey'in, halife El-Kaaim bi'emrillah'ın para ve erzak tahsisatını artırarak, saltanat meselelerini kendi üzerine alması ile fiilen yürürlüğe konmuş, böylece islâm âmme hukukunda çok mühim bir değişiklik meydana gelmiştir ki, halife ile sultanı, biri dinî, öteki dünyevî olmak üzere birbirine denk iki baş kabûl eden bu yeni anlayışa göre, Türk hükümdarı artık "halifeye bağlı bir müslüman emiri" değil, fakat saltanatın gerçek sahibi ve dünya işlerinden tek sorumlu şahıs idi. Yalnız şeriat ile meşgul olan halifeler ise merkezî hükûmet tarafından kendilerine verilen araziden geçim ve gelirlerini sağlıyorlardı ve hattâ zaman zaman halifenin sultan tarafından tanınması gerekiyordu.

      Abbasî halifesinin dünya işlerinden uzak tutulması hususunun, Selçuklular'dan önce Buveyhîler idaresinde tatbik edildiği, dolayısı ile halifenin buna esasen yabancı olmadığı görüşü meseleyi açıklamağa kâfi değildir. Sünnî Abbasî hilâfeti şiarına itibar etmiyeceği tabiî olan şiî Buveyhî devletinin, gerçekte, islâm âmme hukukuna göre, bir "emir"i durumunda bulunduğu Mısır'daki şiî Fâtimî halifesinin direktiflerinden harice çıkamayacağı unutulmamalıdır. Şüphesiz ne Buveyhîler, ne de yukarıda adlarını sıraladığımız islâm devletleri bugün "lâiklik" diyebileceğimiz kavram ile ilgili bir fikrî esasa sahip değildirler. Selçuklular'da ise, dinî tolerans sınırlarını çok aşan bu tatbikat Sultan Tuğrul Bey'in Bağdad'da hilâfet sarayında ihtişamlı bir tören ile halife tarafından "Dünya hükümdarı" ilân edilmesi (20 ocak 1058) ile meşrûiyet yönünden tescil edilmiş oldu.

      Bundan dolayı, Sultan Melikşah medenî hukuka ait yeni kanunlar çıkarabiliyordu. Ülkeye geniş ölçüde vicdan hürriyeti getiren bu prensip bir yandan ilim, fikir ve edebiyat sahalarında serbest gelişmeye daha çok imkân vermiş, bir yandan da islâm memleketlerindeki çeşitli mezhep, tarikat mensupları ile, gayri müslim unsurların (zimmîlerin) islâmî hukuk kaidelerine tâbi olmak mecburiyetlerini hafiflettiği için, devlet sınırları içinde hıristiyan, Gürcü, Ermeni, Suryanî, Pavlikan, Musevî bölgelerindeki kalabalık teb'anın devlete bağlanmasına büyük ölçüde yardım etmiştir. Bu durum özellikle 12. yüzyıla doğru Orta-Doğu siyasî haritasında dikkati çekecek kadar belirlidir.

  Selçuklular'dan önceki doğu-islâm dünyasında: birbirine karşı cephe almış mahallî hâkimiyetlerin yarattığı siyasî düşmanlık ve aynı zamanda türlü inanç ve mezheplerin halk arasında meydana getirdiği düşmanlık ile, Selçuklu İmparatorluğu'nun geliştiği zamanlardaki siyasî ve mânevî birlik Kutadgu-Bilig'deki Türk Bey'i (hükümdarı) hakkındaki tanımın en iyi ifadesidir. Tarihî kaynaklarda çoğu "Es-sultan'ül-âdil" diye anılan Türk devlet başkanları, hak ve adâlet "kanunlarını" yürütmekte oldukları için türlü din, mezhep ve telâkkiye bağlı kütleler huzur içinde günlük hayatlarını devam ettiriyorlardı. İmparatorlukta ve diğer Türk-İslâm siyasî teşekküllerinde -halkın dinî duygusunun tahriki ile meydana gelen Babaî isyanı (1239) ile istilâcı Moğollar'a karşı direnme gayretleri dışında- görülen bazı iç mücadele hareketleri, bilindiği üzere, bilhassa şehzadeler arasında beliren hâkimiyet ihtirasının sonucu idi ve Türk hükümranlığındaki "kut" prensibi dolayısiyle halk bu gibi meselelerle fazla ilgilenmiyordu.

       Buna karşılık, Selçuklu İmparatorluğu parçalandığı zaman, idarenin zaafından faydalanarak eski dünyevî iktidarı tekrar kurmak isteyen halifelerin Irak Selçuklu devletinin yıkılışında ve bilhassa halife En-Nâsır li-dinillah (1179-1229)'ın Harezmşah imparatorluğunun çöküşü, İslâm-Türk ülkelerinin Moğol istilâsı altına düşüşünde oynadıkları menfi rol hatırlanmağa değer. Diğer taraftan Mısır Türk Sultanı Baybars Abbasî âilesinden birini (El-Muntasır bi'llah) hilâfet tahtına oturtmuş (1261), Delhi sultanlığında da aynı "lâik" görüş yürürlükte kalmıştır. Ala'üd-din Kalaç'a göre, devlet ile şerîat ayrı şeyler olup, biri hükümdara, diğeri kadı ve müftîlere âit işlerdir. Netice olarak, Türkler'in İslâm dünyasına getirdiği bu prensip, yâni âmme menfaatlerini korumakla vazifeli devlet otoritesinin herşeyden üstün olduğu düşüncesi, bütün Türk-İslâm devletlerinde hâkim olmuş, tamamiyle şeklî mahiyette saltanatları tasdik, hil'atler, unvan vermekle yetinen halîfeler dünya işlerine karıştırılmamıştır.

       Hükümranlık bahsinde sultan zevcelerinin durumu da dikkat çekicidir. İslâm âmme hukukunda yeri olmayan hâtunların Türk-İslâm devletlerinde eski Türk geleneği icabı otoritelerini yürütmeğe çalıştıkları görülür. Meselâ Tuğrul Bey'in hanımının bu ünlü sultan üzerindeki nüfûzu kaynaklarda belirtilmiştir. Sultan Melikşah'ın zevcesi, Kara-Hanlı prensesi, Celâliye (Terken) Hâtun da devlet idaresinde çok tesirli idi. Siyasî temasların bazan önce bu hâtunla yapılarak olgunlaştırıldığı bilinmektedir. Kaynaklar bu hâtun'un ayrı bir dîvân'ı (hükümet) olduğunu da kaydederler. Fakat bu yönden Harezmşah Alâ'üd-din Tekiş'in hanımı ve Alâ'üd-din Muhammed Harezmşah'ın annesi, Kanglı prensesi, Terken Hâtun bilhassa mühimdir: Ayrı Dîvân'ı, ayrı sarayı vardı ve sultanın emirleri bu hâtunun imzası olmadan geçerli sayılmıyordu. Harezmşah Muhammed, iktidarının sonlarına doğru Semerkand'a çekilerek başkenti Gürgenc'i ona bırakmak zorunda kalmıştı.

 

Cihan Hakimiyeti
Bozkır Türk devleti başkanının vazifelerinden sayılan "cihana hâkim olma" düşüncesi Türk-İslâm devletlerinde de yaşamakta idi. Oğuz Kagan destanından ve Uygur hükümdar âilesinin menşei efsanesinden başka Batı Hun İmparatoru Attilâ, Hun Başbuğu Uldız, Gök-Türk sınır kumandanı Türk-şad haklarındaki tarihî vesikalarda ve Orhun kitabelerinde görülen "Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar" dünyanın, töre'ye göre, Türk hükümdarı tarafından idare edilmesi ülküsü olan eski Türk cihan hâkimiyeti düşüncesi Selçuklu çevresinde bütün canlılığını muhafaza ediyordu.

       Eserini 11. asrın 2. yarısında yazmış olan Kâşgarlı Mahmûd şöyle demektedir: "Tanrı devlet güneşini Türkler'in burcunda doğdurmuş, göklerdeki dairelere benzeyen devletleri onun saltanatı etrafında döndürmüş, Türkler'i yeryüzünün hâkimi yapmıştır."


       Peygamberimizin: "Benim Türk adında bir ordum vardır." dediğini nakleden Kâşgarlı'ya göre, "Türk" adı Tanrı tarafından verilmiştir. O zamanın umumî efkârında yaygın olduğu anlaşılan bu düşüncenin siyasî sahalarda da yankıları görülmekte idi. Tuğrul Bey'den sonra, yine halife tarafından doğunun ve batının hâkimi ilân edilen Büyük Sultan Melikşah (25 nisan 1088) ölümünden az önce Bağdad'da topladığı harp meclisinde Mısır'ın ve bütün Mağrip kıtasının zaptını planlıyor, oğlu Sultan Sencer de halifeye gönderdiği 1133 tarihli mektubunda "Ulu tanrının lütfu ile cihan padişahlığına yükseldiğini" yazıyordu. Diğer taraftan Muhammed Harezmşah Suriye, Mısır ve civarının zaptını tasarlıyordu.


       Feth edilecek ülkelerin önceden hânedan üyeleri arasında bölüştürülmesi de cihan hâkimiyeti ülküsünün tatbikatından idi. Oğuz destanındaki ok motifi, Uygur efsanesinde kardeşlerin belli bölgelere sevk edilmesi, Gök-Türk kitâbelerinde, zaptı düşünülen istikamete prensler tâyini ile, Selçuklular'ın Dandanakan savaşının hemen arkasından toplanan mecliste fütûhat yönlerinin ve buralara gönderilecek başbuğların seçilmesi arasında bir aynîlik mevcuttur. Ayrıca, Selçuklu idaresi tarafından şuurlu bir şekilde batıya, Bizans sınırlarına yığılan ve son derece ehemmiyetli tarihî sonuçlar veren Türkmen göçlerinin mümkün kıldığı Malazgirt muharebesini takiben Anadolu'nun fethi de aynı ülkünün zafer halkalarından biridir.


       Bilindiği üzere, bütün insanlığa şâmil olan semavî dinlerden her birinin gayesi, itikatlarını her tarafa yaymak suretiyle dünyayı kendi iman sistemleri kadrosuna almak olduğundan, İslâm halifelerinin vazifesi de insanları İslâm dininin kardeşlik bayrağı altında toplamaktı. Ancak cihan hâkimiyeti ile bu dinlerdeki telâkki arasında yine esastan bir fark vardır. Dinlerce insanların kardeşliği ve hak eşitliği her dinin kendi îman şartları ve amel-kaidelerine bağlanmakta ve meselâ İslâmiyet ve Hıristiyanlık dışında kalanlar ikinci dereceden insanlar sayılmakta iken, Gök-Türk kitâbelerinde açıkça ifade olunduğu üzere, Türk anlayışında, yeryüzünde mevcut insan cinsi bir bütün olarak göz önüne alınıp, topluluklar arasında sosyal, kültürel, dinî herhangi bir kademe kabul edilmemekte ve herkese eşit muamele, hak ve adâlet tanınmaktadır.


      İslâm devletlerinde feth edilen ülkeler İslâm dinine döndürülmeğe ve Kur'ân dili Arapçanın yayılmasına çalışıldığı ve bu, bir vazife olduğu hâlde, Türk-İslâm devletlerinde çeşitli din ve mezhepten kütlelerin, kültürlerin müdahale edilmeksizin yaşamalarının sağlanması, Selçuklular'dan itibaren bütün Türk-İslâm siyasî teşekküllerinde görülen Türk hükümranlığında cihan hâkimiyeti prensibinin özelliği mahiyetindedir.

Ülkenin Taksimi Meselesi
İslâm-Türk devletlerinde ülkeden bir bölgenin idaresi verilen hânedan üyeleri "melik" diye anılırlardı. Bunlar imparatorluk başkentindekine benzer bir hükümet kuruluşuna, dolayısiyle ayrı "vezir"lere, atabeylere, ayrı askerî kuvvetlere sahip olmakla, halife, sultan ve kendi adlarına hutbe okutmakla, "nöbet" çaldırmakla ve izne bağlı olarak para bastırmakla beraber, merkezdeki sultan tarafından temsil edilen yüksek iktidarı tanırlar, re'sen idare ettikleri savaşlarını ve siyasî temaslarını, imparatorlukça düzenlenen ana siyaset çerçevesinde yürütürlerdi. Aksi hareket edenler tâkibata uğrardı. Melikler değiştikçe veya bölgelerinde daralma veya genişleme oldukça vazife, yetki ve sahalarına ait fermanların sultan tarafından yenilenmesi lâzımdı.

       Veliahdlık müessesesi "Bozkır" devresinden beri (babadan oğula, oğul sabî ise, kardeşe) devam etmekle birlikte, hânedan mensupları âileden intikal eden "kut"un kendilerinde de mevcut olduğu düşüncesi ile yüksek ikitidarı almak gayretine girişirlerdi ki, huzursuzluklara yol açan bu mücadeleler sonunda tahta fiilen hakim olanın gerçek "kut" ile donatılmış bulunduğu inancı ile onun etrafında toparlanırlardı. Böylece gerçekleşmiş bir düzene karşı direnenler "asî" sayılarak te'dibine çalışılırdı.

        Bu itibarla, Kara-Hanlılar'da, Selçuklular'da ve Harezmşahlar'da sık görülen taht kavgalarının mekanizması yanlış yorumlanmamalı ve devlet nizamının kurulduğu zamanlarda çeşitli bölgelerin başında bulunan hânedan üyeleri, yüksek otoriteye bağlı melikler olarak, imparatorluğun idaresinde ve fütûhatta ortaklaşa mes'uliyet taşıyan idareciler sayılmalıdır. Nitekim Sultan Melikşah'ın vefatı (1092) ile merkezde iktidar boşluğu hasıl oluncaya kadar imparatorlukta hükümranlık zedelenmemiş, devlet bütünlüğü bozulmamış, hattâ bir nesil sonra bile Büyük Sultan Sencer Anadolu Selçuklu hükûmetini hukuken kendine bağlı düşünmüş, Anadolu Selçuklu Sultanı II. Kılıç Arslan 1185 sıralarında ülkesini 11 oğlu arasında "bölüştürdüğü" hâlde, Anadolu 11 devlete ayrılmamıştır.

        Ancak, tıpkı Bozkır ilinde olduğu gibi, merkezî iktidar ortadan kalktığı veya devlet istiklâlini kaybettiği zamanlarda parçalanma görülmektedir. İslâm dünyasında 4 Selçuklu devleti, Doğu Anadolu Türkmen Beylikleri merkezî iktidar zaafa uğrayıp çöktüğü için meydana gelmişler, sonraki Anadolu Beylikleri de Anadolu Selçuklu devletinin Moğol tahakkümü altına düşmesi üzerine bu istilâcıları uzun müddet tanımağa razı olmayan uc Türkmenleri tarafından geliştirilmişlerdir; tıpkı 630 yılında Çin hâkimiyetine giren Gök-Türk devleti içinde, kendi başlarına devletler kurmağa girişen Hazarlar, Oğuzlar, Karluklar, Türgişler gibi.

        Yalnız Hindistan'da ve Mısır'da durum biraz farklı görünmektedir. Delhi sultanlığında idare başına birbiri arkasından bir kaç âile gelmiş, Mısır devletinde de kabiliyetli şahsiyetler ordunun tasvibi ile sultanlığa yükselmiş ve ancak Kalavun'dan sonra devamlı hânedan kurulabilmiştir. Bunlar herhâlde, birinin Türkistan'dan diğerinin Kıpçak bozkırlarından devamlı olarak gelen kuvvetlerle beslenmenin sonucu devlette yeni yeni güçlerin meydana çıkması ile açıklanabilir. Nitekim Tolunlular ve Akşidliler (İhşîdîler) böyle bir ikmâl desteğinden mahrum oldukları için ömürleri kısa sürmüş, buna karşılık Selçuklular'ın ilk devirlerinde çok kalabalık Türkmen kütlelerinin batıya akışları (yalnız Anadolu'ya 550-600 bin kişi civarında) burada Türk devletinin istikrarını sağladığı gibi Anadolu'nun çabucak Türkleşmesini mümkün kılmış, fakat Orta Asya'da Timur iktidarının kurduğu baraj yüzünden ikmâlsiz kalan Delhi sultanlığında hâkimiyet yabancılara geçmiştir. Mısır'da ise gittikçe azınlıkta kalan Türk unsuruna karşılık bilhassa Çerkesler'in çoğalması iktidarın Çerkes Kölemenleri'ne geçmesi sonucunu getirmiştir.

Teşkilat
İslâm-Türk devletlerinde makam ve memuriyet adlarından ve vezir Nizâm'ül-mülk'ün Siyasetname'sinden anlaşıldığına göre, hükûmet teşkilâtı ve ordu kuruluşunda, esas itibariyle İslâm-İran geleneğini devam ettiren Gazneli Türk devleti, Selçuklular ve dolayısiyle sonraki bütün Türk-İslâm siyasî teşekküllerine örnek olmuş durumdadır. Bununla beraber, Selçuklu devrinde Atabey, sübaşı, çavuş, tuğra, ulag, cufga vb. gibi teşkilâtla ilgili Türkçe terimler yaşamıştır. Ayrıca beyleri daima Türk unvanları taşıyan Türkmen Beylikleri dışında, Türkistan'ın devamlı tesiri ile, Delhi Sultanlığı'nda, hiç olmazsa terim olarak Türk unvanları uzun müddet görülmüştür.

a- Hükümdâr ve Saray:
Devlet teşkilâtının en mükemmel şeklini almış olduğu Büyük Selçuklu İmparatorluğu zamanında sultan (Melikşah, Sencer; Büyük Sultan=Es-sultan'ül-a'zam) adına ülkenin her tarafında hutbe okunur, para onun adına basılır, fermanlara, "Büyük Divan" (merkezî hükûmet) kararlarına onun isminden ibaret tuğra çekilirdi. Sultan Türkçe adı yanında bir Müslüman adı da alır, saltanatın hilâfetçe tasdiki münasebeti ile halife tarafından verilen lâkapları kullanırdı. Savaşlarda ve gezilerde başı üzerinde "çetr" tutulur ve daima beraberinde bulunan muzika takımı ("nöbet") günde 5 namaz vaktinde nöbet çalardı. Melikler ancak 3 nöbet çaldırabilirlerdi. Sultanlar, haftanın belirli günlerinde devlet erkânını ve kumandanları kabûl eder, halkın şikâyetlerini dinler, kadı'ları tâyin, ikta'ları tevzi, tâbi devlet başkanlarının hükümdarlıklarını, meliklerin idareciliklerini tasdik ve devlete karşı işlenen suçlarla meşgul yüksek mahkemeye başkanlık ederdi.


b- Hükûmet:
"Divan-ı saltanat" (Büyük Dîvân) denilen hükûmet, başında "sahip Dîvân-ı Saltanat" (veya Hâce-i buzurg) unvanlı vezirin bulunduğu "Dîvân-ı vezaret"e bağlı olan 4 Dîvândan kurulu idi:
1?Dîvân-ı Tuğra (devletlerin bazılarında, Dîvân-ı inşa, Dîvân-ı risâlet: İç ve dış yazışmalar),
2?Dîvân-ı İstîfa (mâliye). Halktan tahsil edilen vergilerin toplandığı "Harç"?masraf hazinesi ile, has araziden ve tâbi hükûmetlerden alınan vergi, hediye vb. âit "Asıl" (ihtiyat) hazineyi idare eder ve devletin umumî gelirlerini düzenler,
3?Dîvân-ı Arz-ül-ceyş (Harbiye),
4?Dîvân-ı işrâf (Umumî teftiş), Burada, askerî ve adlî işler dışındaki bütün devlet memurları ve muamelâtının tamamen müstakil bir "işrâf" kuruluşu ile kontrol altında tutulması dikkate değer.


      Taşra ise Büyük Dîvân'a bağlı ve merkez şehirlerinde birer şıhne (askerî vâli) bulunan eyaletlerle, melikler idaresindeki bölgelere ayrılmıştı. Her şehir ve kasabada mülkî idareden sorumlu bir "amîd", mâlî işlere bakan bir "âmil", halk tarafından seçilen bir "reis" ve belediye işlerini murakabe eden bir "muhtesip" vardı. Çeşitli vazifelerle bütün ülkeye yayılmış nâipler vekiller, kâtipler, tahsildarlar vb. hayli kabarık yekûn tutardı. Ayrıca imparatorlukta "peyk"ler ve "perende"lerden kurulu çabuk haber alma teşkilâtı, muntazam ulag (posta) şebekesi, askerî ve ticarî ehemmiyeti haiz yollarda karakollar ve asayişin daimî korunması gerekli yerlerde "ribât" (tahkimli han)lar, "münhî" diye anılan gizli istihbarat memurları hükûmet teşkilâtınıı tamamlayan unsurlardı

Halk ve Toprak
    Türk idarecileri ahalinin işlerine ve yaşayış tarzlarına doğrudan doğruya müdahale etmedikleri için Türk-İslam devletleri zamanında sosyal durum umumiyetle eski devir görünüşü muhafaza etmişti. Devlet memurlukları çoğunlukta irsîliğe dayanmakta olup, iktidar değişmelerinde dahi çok kere aynı âilede kalıyor, mâlî bakımdan çeşitli eyalet ve merkezlerde, daha ziyade mahallî şartlar ve gelenekler gözönünde tutuluyordu. Şehirlerde, devlette makam sahibi olmanın veya mâlî gücün sağladığı imkânlar dolayısıyla nüfûz kazanan büyük âileler devam ediyordu. Köylerde Dihkan'lar da bu neviden idi.

       Nüfûzlu diğer bir zümre de din adamları idi. Bunlar her tarafta yaygın hanefî, şafiî mezhepleri mensupları üzerinde, seyyid'ler ve şerif'ler ise bilhassa Bağdad, Basra ve Bahreyn bölgelerinde kesif şiîler üzerinde çok tesirli bulunuyorlardı. Şehir ve kasabalarda orta ve küçük tüccürlar esnaf, dükkâncı, küçük sanat erbabı, ayrı, ayrı, loncalar teşkil etmişlerdi. Ahali umumiyetle hanefî, şafiî "reis"lerin ve şiîler "nakîb"lerin etrafında toplanmış olup büyük merkezlerde işsiz-güçsüz takımı da kendi aralarında teşkilâtlı halde idiler. Savaş zamanlarında Mutavvia veya Haşer olarak orduya katılan bu sonuncular rind'ler, ayyâr'lar, settâr'lar vb. gibi türlü isimler altında sûfiyâne bir hayat yaşıyorlardı.

      Ova, kır, tarlalarda çalışan köylü ise, topraklarının has ve ıkta durumuna göre, devletin himayesinde geçimini sağlamakta idi. Köylüler hukukî yönden şehir ahalisi kadar hür olup, ellerindeki toprakları işliyebildikleri müddetçe veraset yolu ile sahip olduklarından, karın tokluğuna çalıştırılan işçi durumunda değildiler.

     Kalabalık Türk kütlelerinin de Orta-Doğu ve Akdeniz bölgesinin sosyal ve iktisadî şartları içinde tedricen köylüleşerek yerleşik tarza yatkınlaştığı Türk-İslâm devletlerinde ev, bahçe, ağıl gibi emlâk özel mülkiyete dahil idi ise de, tarım arazisi ve ormanlar-Bozkır Türk İl'indeki otlak ve yaylaklar gibi-devlet malı idi. Ülke arazisi has, iktâ, harâcî olmak üzere 3'e ayrılmış, saraya ait has'lar dışındaki topraklar, ikta arazisi olarak ordu mensupları arasında bölüştürülmüştü. Buralarda kasabalardan en küçük iskân yerlerine kadar vergiye tâbi nüfus ile, herkesin vergiye matrah teşkil eden varlığı kayıt ve tesbit edilerek, şer'î ve örfî vergiler hâlinde tahsilât yapılırdı. Hâs ve harâcî topraklardan elde edilen para devlet hazinesine yatırılır, iktâ arazisinin vergileri de iktâ sahiplerine ödenirdi.

     İkta'larda çalışan "reaya"(köylü çiftçi)dan alınacak vergi nisbeti, bölgesine, istihsal maddesi cinsine ve verim derecesine göre, her yıl Dîvân defterlerinde belirtmek üzere, "Büyük Divân" tarafından tesbit edilirdi. İkta sahipleri bu belirli miktarda vergi ("mâl-i hak") dan fazlasını alamazlardı. Aşırı talepler hâlinde veya reayanın mülküne el uzatıldığı veya âile dokunulmazlığına tecavüz edildiği zamanlar, köylü ve çiftçi "Büyük divân"a ve hattâ doğrudan doğruya sultana şikayet edebilir, ikta sahibinden büsbütün hoşnut değilse başka yere göçebilirdi.

      Büyük Selçuklu İmparatorluğu çağında başlamış olduğunu belittiğimiz bu askerî ikta usulü Türk-İslâm topluluklarının askerî olduğu kadar idarî ve hukukî en sağlam temellerinden birini teşkil ediyordu. Anadolu Selçuklu Devleti'nde Moğol istilâsı yüzünden düzen bozulunca ıkta arazilerinin "yurtluk" (mülk) haline getirilmesi, yani "mîrî" toprak rejiminin soysuzlaşması, ordunun dağılmasını sonuçlandırmış, ikta'sız kalan sipahîlerin çıkardığı huzursuzluk devletin çökmesinde başlıca sebeb olmuştur.

Türk-İslâm devletlerinde, bozkırlı Türk'ün köylü kültürüne geçişinde başlıca etkenlerden olan iktisadî duruma gelince, Türkler'in meydana getirdiği siyasî istikrar ve mânevî birlik, kudretli orduların gözcülüğünde işliyen muntazam teşkilât, ticaret yollarının korunması ve kontrol altında tutulmesı, Yakın Doğu-Orta Asya-Doğu Avrupa arasında ve yine Uzak Doğu-Hindistan-Akdeniz limanları-Avrupa arasında mevcut ticarî faaliyeti iyice hızlandırmış, büyük mâlî destek sağlamıştı. Türk devlet ve imparatorluklarında giyim, malzeme, donatım, savaş âletleri bakımındanz tam ve kalabalık orduların çıkarılması, bayramlarda, şenliklerde, düğünlerde, resmî ziyafetlerde kaynaklarımızın işaret ettiği ihtişam ve büyük masraflar refahı ve zenginliği; aynı zamanda halk arasında geçim darlığından doğan bir hareketin bahis konusu edilmemesi iktisadî dengenin varlığını gösterir.
Bu hususlar bastırılan paraların cinsinden de anlaşılmaktadır. Selçuklu İmparatorluğu'nda Tuğrul Bey, Alp Arslan, Melikşah, Sencer altın para bastırmışlar, Kirman Selçuklu Meliki Kavurd'un parası ("Nakd-i Kavurd") 1,5 asır sonra dahi değerini korumuştur.

      Erbil'de Gök-börü bile altın para bastırmıştı. Bu yönden Selçuklu devrinin ihtişamlı çağı olan Sultan Melikşah zamanında devlet gelirleri yekûnu çok fazlaydı. Bilhassa Haçlı seferlerinin sarsıntıya uğrattığı Anadolu ve Suriye iktisadiyatının, istilâcı Haçlı ihtirası hızını kestiği tarihlerde canlanması ve Anadolu'nun kıtalar arası transit merkezi olmak bakımından büyük değerini takdir ederek askerî, ticarî siyasetlerini bu esasa göre ayarlayan Selçuklu sultanları sayesinde memleket çok daha güçlü olarak kalkınmış ve Türkiye, mazisinde belki en refahlı devrini yaşamıştır.

      Altın para bastıran Sultan Kılıç Arslan II ile yüksek seviyeye ulaştığı görülen iktisadî gelişmeyi geniş imar faaliyetinden ve yazılı vesikalardan başka yurdu baştan başa kaplayan kervansaraylardan da anlamak mümkündür. O tarihte Anadolu nüfusunun büyük çoğunluğunu meydana getiren Türkler ananevî besicilik dışında esnaf, zanaat sâhibi, nakliyeci, işci vb. olarak bütün ekonomi hayatına katılmışlar, bunun neticesinde vaktiyle dar surlar içinde birer kaleden ibaret olan kasabalar büyümüş, genişlemiş ve konya, Amasya, Tokat, Kayseri, Erzurum, Harput, Ankara sahillerde Samsun, Sinop, Antalya, kapalı çarşıları, camileri medreseleri, imârethâne, daruşşifa(hastane) gibi kültürel ve sosyal tesisleri birer merkezî Türk-İslâm şehri halinde yükselmişler, bunlardan Aksaray, Kırşehir, Alâiye(Alanya) ve Türkçe adlar taşıyan diğerleri Türkler tarafından kurulmuşlardır.

      Bu Türk-İslâm devletlerinde iktisadî faaliyetin doğrudan doğruya Müslüman Türkler'e intikalinin başka mühim bir sebebi de Abbasî halifesi En-Nâsır Lidinillah'ın rehberliğinde bütün İslâm ülkelerinde kurulmasına çalışılan ve son derece düzenli ve disiplinli olarak yürütülen loncalar tarzındaki Ahîlik teşkilâtıdır. Gayri müslimlere kapalı olan bu teşkilât, müslüman meslek erbabına bir nevi imtiyaz sağladığından, bir yandan Türkler'in şehir iktisadiyatına girmelerini kolaylaştırmış, diğer taraftan çeşitli sanat ve iş kollarında çalışan, fakat loncalar dışında kaldıkları için türlü zorluklarla karşılaşan gayri müslim unsurun kendiliğinden büyük ölçüde islâmlaşmasını sağlamıştır. Çünkü, bilindiği üzere, Anadolu'nun Türkleşmesinde nasıl baskı, göçürme ve öldürme yoksa, islâmlaşmasında da siyasî ve idarî herhangi bir zor kullanma bahis konusu değildir.

 

        Bilhassa ana yolların birbiri ile kavuştuğu Nişâpûr şehri, dolayısiyle strateji yönünden de çok ehemmiyetli idi. İslâm doğunun seçkin siyaset, idare, edebiyat ve ilim adamlarını yetiştiren zengin kültür merkezi Horasan, saydığımız bu özellikleri yüzünden, civar devletler arasında (Kara-Hanlılar, Sâmânîler, Gazneliler) şiddetli rekabet mevzuu olmakta ve Selçuklular için de şüphesiz erişilmesi gerekli ana hedef sayılmakta idi. Bunu teşvik eden diğer bir husus da Horasan ahalisinin kısmen Türk oluşu idi. Selçuklular'dan önce de burada Türkler yaşamakta idi. Esasen tanınmış Arap yazarı El-Câhiz (ölm. 869) ile El-Bîrûnî (ölm. 1051)'nin kayıtlarına göre, Horasanlılar'la nehir (Ceyhun) ötesindeki Türkler arasında umumî telâkkiler ve yaşayış bakımından büyük fark yoktu. İşte bu iktisadî, askerî, kültürel ve kavmî hususiyetleriyle Horasan kıtası, Selçuklu devletinin sağlamlaşmasını temin etmiş ve sonra asırlarca sürecek Orta-Doğu Türk hâkimiyetinin karakterini çizmiştir.

       Sosyal ve fikrî hayat itibariyle "yerleşik" kültür değerlerinin yaşadığı şehir ve kasabalarında Abbasî hilâfetince temsil edilen Doğu-İslâm inanç ve davranışlarının hüküm sürdüğü, aynı zamanda, açıklamağa çalıştığımız geniş imkânlar dolayısiyle bu kültürün boyuna geliştiği Horasan çevresinde Bozkırlardan gelen Selçuklular'ın devlet kurabilmeleri ancak islâmiyetin ve mahallî hususiyetlerin değerlendirilmesi ile mümkündü ve binlerce yıllık bir idarecilik geleneğine sahip Selçuklu başbuğları da bunun farkında idiler.

       Nitekim İslâm'da ve Türk'de ortak telâkki olan adâlet ve nizama gösterilen saygı daha 1038 yılında, Tuğrul Bey'in öncüsü sıfatı ile Nişâpûr'a gelen İbrahim Yınal'ın konuşmasından anlaşılmakta idi. Yınal'a göre, o zamana kadar etrafta görülen asayişsizlik "küçük adamların" işi idi. Fakat artık "âdil padişah" Tuğrul Bey'in idaresi sayesinde kimse nizamı bozmağa cesaret edemeyecekti. Tuğrul Bey Nişâpûr'a gelince, meşhur kadı Sâid'in tavsiyelerini dinledi ve işlerin düzenlenmesini Ebu'l-Kaasım'ül-Kevbanî adlı yerli bir idare adamına havale etti. Bu zatın ilk Selçuklu veziri olarak gösterilmesi ve arkasından diğer yerli vezirlerin iş başına getirilmeleriyle de beliriyor ki, Horasan'da, şerîatı ve teşkilât gelenekleri ile bir doğu-islâm devletinin temelleri atılmakta idi. Tuğrul Bey "sultan" unvanını almış, islâm ad ve lâkapları kullanmağa başlamış, Oğuz "Yabgu" unvanı yerine "melik" tabiri geçmiş ve hükümet islâm örneğine göre teşkilâtlandırılmağa başlanmıştır.

Dini Siyaset
Türk-İslâm devletlerinde, bozkırlı Türk'ün köylü kültürüne geçişinde başlıca etkenlerden olan iktisadî duruma gelince, Türkler'in meydana getirdiği siyasî istikrar ve mânevî birlik, kudretli orduların gözcülüğünde işliyen muntazam teşkilât, ticaret yollarının korunması ve kontrol altında tutulmesı, Yakın Doğu-Orta Asya-Doğu Avrupa arasında ve yine Uzak Doğu-Hindistan-Akdeniz limanları-Avrupa arasında mevcut ticarî faaliyeti iyice hızlandırmış, büyük mâlî destek sağlamıştı. Türk devlet ve imparatorluklarında giyim, malzeme, donatım, savaş âletleri bakımındanz tam ve kalabalık orduların çıkarılması, bayramlarda, şenliklerde, düğünlerde, resmî ziyafetlerde kaynaklarımızın işaret ettiği ihtişam ve büyük masraflar refahı ve zenginliği; aynı zamanda halk arasında geçim darlığından doğan bir hareketin bahis konusu edilmemesi iktisadî dengenin varlığını gösterir.
Bu hususlar bastırılan paraların cinsinden de anlaşılmaktadır. Selçuklu İmparatorluğu'nda Tuğrul Bey, Alp Arslan, Melikşah, Sencer altın para bastırmışlar, Kirman Selçuklu Meliki Kavurd'un parası ("Nakd-i Kavurd") 1,5 asır sonra dahi değerini korumuştur.

      Erbil'de Gök-börü bile altın para bastırmıştı. Bu yönden Selçuklu devrinin ihtişamlı çağı olan Sultan Melikşah zamanında devlet gelirleri yekûnu çok fazlaydı. Bilhassa Haçlı seferlerinin sarsıntıya uğrattığı Anadolu ve Suriye iktisadiyatının, istilâcı Haçlı ihtirası hızını kestiği tarihlerde canlanması ve Anadolu'nun kıtalar arası transit merkezi olmak bakımından büyük değerini takdir ederek askerî, ticarî siyasetlerini bu esasa göre ayarlayan Selçuklu sultanları sayesinde memleket çok daha güçlü olarak kalkınmış ve Türkiye, mazisinde belki en refahlı devrini yaşamıştır.

      Altın para bastıran Sultan Kılıç Arslan II ile yüksek seviyeye ulaştığı görülen iktisadî gelişmeyi geniş imar faaliyetinden ve yazılı vesikalardan başka yurdu baştan başa kaplayan kervansaraylardan da anlamak mümkündür. O tarihte Anadolu nüfusunun büyük çoğunluğunu meydana getiren Türkler ananevî besicilik dışında esnaf, zanaat sâhibi, nakliyeci, işci vb. olarak bütün ekonomi hayatına katılmışlar, bunun neticesinde vaktiyle dar surlar içinde birer kaleden ibaret olan kasabalar büyümüş, genişlemiş ve konya, Amasya, Tokat, Kayseri, Erzurum, Harput, Ankara sahillerde Samsun, Sinop, Antalya, kapalı çarşıları, camileri medreseleri, imârethâne, daruşşifa(hastane) gibi kültürel ve sosyal tesisleri birer merkezî Türk-İslâm şehri halinde yükselmişler, bunlardan Aksaray, Kırşehir, Alâiye(Alanya) ve Türkçe adlar taşıyan diğerleri Türkler tarafından kurulmuşlardır.

      Bu Türk-İslâm devletlerinde iktisadî faaliyetin doğrudan doğruya Müslüman Türkler'e intikalinin başka mühim bir sebebi de Abbasî halifesi En-Nâsır Lidinillah'ın rehberliğinde bütün İslâm ülkelerinde kurulmasına çalışılan ve son derece düzenli ve disiplinli olarak yürütülen loncalar tarzındaki Ahîlik teşkilâtıdır. Gayri müslimlere kapalı olan bu teşkilât, müslüman meslek erbabına bir nevi imtiyaz sağladığından, bir yandan Türkler'in şehir iktisadiyatına girmelerini kolaylaştırmış, diğer taraftan çeşitli sanat ve iş kollarında çalışan, fakat loncalar dışında kaldıkları için türlü zorluklarla karşılaşan gayri müslim unsurun kendiliğinden büyük ölçüde islâmlaşmasını sağlamıştır. Çünkü, bilindiği üzere, Anadolu'nun Türkleşmesinde nasıl baskı, göçürme ve öldürme yoksa, islâmlaşmasında da siyasî ve idarî herhangi bir zor kullanma bahis konusu değildir.

Sünnîlik - Şiîlik
   İslâm kültür çevresinde Türkler daha ziyade şiî mensubu İranlılar'la temas kurmalarına rağmen, büyük çoğunlukla sünnî idiler. Çünkü İranî geleneklerle ilgisi az olan sünnîlik, aynı zamanda Türk düşüncesine uygun düşen bir aklîliği ihtiva ediyordu. Türkler sünnîliğin dört kolundan biri olan "hanefîlik"i benimsemişlerdi. Sebebi de, bu mezhebin insanda irâdeyi tanıyarak ilâhi emri akıl ve delillerle isbata cevaz vermesi ve bazı hukukî esaslarının, Türk asıldan geldiği sanılan Semerkand'lı Ebû Mansûr'ul-Mâturîdî(ölm. 944) tarafından Mâveraünnehir Türk çevresinde işlenmiş bulunması idi ve dolayısiyle hanefîliğin islâmî hukuk nizamını zaman ve şartların icaplarına uydurmağı mümkün kılmak vb. yönleri ile gerçekçi ve tatbikî yanı yüksekti.

      Türk devlet zihniyeti açısından pek tatminkâr olan bu duruma ilâveten, Abbâsî halifelerinin de aynı mezhebi temsil etmeleri İslâm Türk devletleri ile hilâfet arasındaki münasebetleri iyice kuvvetlendiriyordu. Bundan dolayı Selçuklu başbuğlarının Horasan'da siyaset sahnesine çakışlarını Abbasî halifesi alâka ile karşılamış ve onlarla süratle temas kurma imkânları aramıştı. Tuğrul Bey'in Nişâpûr'a birinci girisinde(1038) halife El-Kaaim tarafından Selçuklular'a gönderilen elçi, kaynaklara göre, Türkmenler'in tahribat yapmamalarını tembih vazifesi almış ise de, tahribatın bütün memlekette esasen süregelmekte olduğu sırada halifenin davranışındaki gerçek maksat aşikârdı.

      Nitekim Selçuklu fütûhatı ilerleyip yeni devletin kudreti bütün İran'da hissedildiği ve korkuya kapılan şiî Buveyhîler'in Bağdat'da ve civarında baskıyı artırdıkları zaman bizzat halifenin Selçuklu sultanını Bağdad'a davet etmesi de bunu gösterir. Böylece Selçuklu siyasetenin temel prensiplerinden biri olarak şiîlik ve kolları ile mücadele belirmiş oluyordu.
Burada şiîliğe cephe alma ile devletteki "dinî tolerans" arasında bir çelişki bahis konusu değildir. Çünkü daha ortaya çıktığı anlardan itibaren siyasî vasıf kazanmış olduğu bilinen şiîlik 11. yüzyılda Fâtimîler tarafından, bi şiî devletin maddî ve mânevî desteği ile, sünnî islâm memleketlerini karışıklığa düşürmek için, en kuvvetli silah olarak kullanılıyordu.

      Irak ve güney İran'ı ellerinde tutan şiî Buveyhîler (932-1055) Abbâsî halifelerini tahakkümleri altına almışlardı ki, bu durum büyük çoğunluğu sünnî olan doğu-islâm ahalisini ziyadesi ile tedirgin bırakmıştı. Üstelik iktidardan faydalanarak aynı ülkelerde şiîliğin yayılması için kesif faaliyette bulunulması akîde itibariyle şiîlerle uzlaşması güç sünnî çevrelerde mevcut endişeyi büsbütün artırıyordu. Devrin ünlü Buveyhî kumandanı Arslan'ul-Besâsîrî her zaman Fâtimîler'le işbirliği yapabilen aşırı bir şiî idi ve İran'ın hemen her tarafında çeşitli adlar altında birçok rafızî zümreler faaliyet hâlinde bulunuyorlardı.

      Tanınmış yazar Abd'ul-Kaahir Bağdadî (ölm. 1038)'ye göre bu tür mezheplerin sayısı 70'den fazla idi. Halk yönünden en büyük ıstırap kaynaklarından biri olan bu ayrılığa son vermek üzere Buveyhî devletini ortadan kaldıran Sultan Tuğrul Bey'in, Bağdad'da törenle "Doğu ve Batı hükümdarı" ilân edilmesi, aynı zamanda, bu Selçuklu dinî siyasetinin hilâfetçe de resmen tasvibinden başka bir şey değildi.

  Fâtimîler'i doğu'dan el çektiren Selçuklular'ın başarısı, tabiatiyle sünnîliğin de zaferi olmuş ve artık Selçuklu idarecileri islâm dünyasını sünnîlik bayrağı altında birleştirmeyi başlıca gayelerinden saymışlardır. Tuğrul Bey'den sonra Sultan Alp Arslan, bir yandan mekke ve Medine'de kendi ve El-Kaaim adına hutbe okutur, Bağdad'da ve diğer mühim merkezlerde kurdurduğu Nizâmiye medreseleri yolu ile bilgi ve düşünce yönünden sünnîliği kuvvetlendirirken, bir yandan da Fâtimîler'i yıkmağa hazırlanıyordu.

Dini Bilgiler
 İslam-Türk devletlerinde islami bilgilerin gelişmesi için çok emek harcanmıştır. Kara-Hanlılar zamnında özellikle Buhara ve Semerkand şehirleri ile Gazneliler zamanında Gazne ve Hint Türk Sultanlığında Delhi müderris, vâiz, hatip ve medrese talebelerinin başlıca merkezleri idi. Daha önceki devirde bilhassa Mâveraünnehir İslâm-Türk kültür çevresi tanınmış Türk bilginlerini yetiştirmeğe başlamıştı. Meselâ, Mâlikî mezhebinin kurucusu, Ahmed b. Hanbel'in üstad dediği Abd'ullah bi'l-Mübârek'it-Türkî (ölm. 798) hadîs bilgini olup aynı zamanda tefsirci ve gramerci idi. 9. asrın ortalarına kadar ilk hadîs ve megâzi bilginlerinden Tarhan oğlu Ebû'l-Mu'tamir Süleyman ile oğlu Ebû Muhammed'ül-Mu'tamir Türk asıllı idiler.

       İslâm dünyasında büyük fıkıh, hadîs, kelâm, tefsîr bilginlerinden çoğu Türk hâkimiyeti devrinde, bilhassa Selçuklu çağında yetişmişti.Sünnîliği bu kadar himaye eden ve kendileri birer samîmî müslüman olan Türk hükümdarları ve devlet adamlarının mutaassıp kimseler oldukları sanılmamalıdır. Onlar millî gelenekleri icabı din açısından çok musamahalı idiler. Kara Hanlılar, bilindiği gibi, Türk örfünü devam ettirmişler, Harezmşahlar, Delhi ve Mısır sultanları, devlette millîliklerini korumada titizlik göstermişler.

      Türkmen Beylikleri de bu yönden ortaya koydukları hassasiyetle Selçuklular'ı örnek almışlardı. Tuğrul Bey'in Bağdad'da taç giyme töreninin hatırası olarak kabartma tasvirli bir altın madalyon hazırlanması, Selçuklu devri kabartma heykel sanatının mahsülleri, Sultan Alp Arslan ve Melikşah'ın gayr-i müslimlere karşı babacan duyguları, Sultan Sencer'in huzurunda cereyan eden dinî-felsefî sohbetler, I. Kılıç Arslan'ın Süryanîler'e ve Ermeniler'e musamahakâr davranışı, hıristiyanları hoş tutan ve Malatya'da Suryanî patriği ile Kitab-ı Mukaddes üzerinde münakaşalara girişen, Konya'da bahçelere mermer heykeller diktiren II. Kılıç Arslan'ın ve saray kapı ve duvarlarını insan resimleri ile, Konya surlarını kabartmalarla süsleten I. Alâ'üd-dîn Keykubâd'ın; II. Sultan Keyhusrev gibi, insan tasvirli paralar bastıran Türkmen Beylerinin vb. durumları Türk idarecilerinin ne kadar serbest düşünceli olduklarını isbata yeter.

 

      Suriye'deki Türkmen birliklerinin ileri harekâta devamlarını emretmiş olan Sultan melikşah ise, yine Fâtimî propagandası ile desteklenerek, "Dâvet-i cedîde" sloganı altında yürütülen Batınîlik'in başı olup Kazvîn civarındaki kayalıklarda meşhur Alamut(Kartal Yuvası) kalesini ele geçirerek, o bölgede korkunç bir yer altı faaliyeti ile Selçuklu İmparatorluğu'nu içinden çökertmeğe çalışan Hasan Sabbâh ile şiddetli mücadeleye atılmış ve son günlerinde Mısır'ın zaptını planlamıştı. Türk-İslâm hâkimiyeti için bu derecede hayatî ehemmiyet taşıyan şiîliğini ve taraftarları bir katiller şebekesinden ibaret bulunan Batınîliğin yok edilmesine yönelen bu Selçuklu siyaseti, düşünce, teşkilât ve siyasî gaye bakımlarından bu Türk imparatorluğunun devamı durumundaki Eyyûbîler tarafından tâkip edilerek başarıya ulaştırılmış ve Salâh-üd-dîn Eyyûbî Fâtımîler'i yıkarak(1171) kendi sünnî devletini kurmuştur.

      Mısır Türk Devleti sultanları da aynı izde yürümüşlerdir. Batınîliğin kollarından İsmâilî'likle mücadele eden Aybeg ve Kutuz'dan sonra, Bağdad Abbâsî halifesinin 1258'de Hülâgû tarafından öldürülmesi üzerine, aynı âileden El-Musta'sım billâh'ı Kahire'de halife ilân eden(1261) Sultan Baybars ile âdeta resmiyet kazanan bu siyaset, Osmanlılar'ın sonuna kadar devam etmiştir. Aynı siyasetin diğer Selçuklu devletleri, Harezmşahlar, Delhi Sultanlığı, Türkmen Beylikleri ve Atabeylikler tarafından da yürütüldüğü mâlumdur.

     Atabeyler arasında Beğteginlilerden Gök-börü bu yönden dikkat çekici bir gayret sarfetmiştir. Erbil'de bir çok dinî ve sosyal müesseseler kuran, kendisi de sayılı mücahidlerden olan bu atabey, peygamberimizin doğumunu müslümanlar arasında tam kaynaşma sağlayacak şekilde halk kütlelerinin katıldığı umumî şenlik olarak kutlama usulünü ilk defa ülkesinde tatbik etmiştir ki, bu tarz mevlîd törenleri sonra bütün İslâm memleketlerinde âdet hâline gelmiştir.

Sufîlik
   Bu itibarla Türk-İslâm devletlerinde Sûfîlere de müsamahalı davranılmış, hele bunların büyüklerine saygı gösterilmiştir. Sûfîlik, o devirde kuvvetli bir cereyan hâlinde idi. "Çoklukla birlik" veya "Varlık birliği"(Vahdet-i vücut) diye ifadelendirilen ve hususî mânâsı ile canlı-cansız herşeyin tek varlık olan Allah'da birleştiği, kâinatın Allah'ın belirtilerinden ibaret olduğu, hikmet, akıl, bilgi ve adaletin O'nun mânevî kudretinden doğduğu, en mükemmel yaratık olan insanın Allah'ın cüz'ü bulunduğu, gerçek'in akıl yolu ile edinilen bilgi ile değil, ancak sınır tanımaz his ile kavranabileceği görüşü olan Sûfîlik, Hindistan, Akdeniz ve Orta Asya fikir cereyanlarının birleşme noktası Türkistan ve bilhassa Horasan'da en canlı çevresini bulmuş ve bu durum 11. asırdan itibaren Türk-İslâm ülkelerinin türlü tarîkatlar içinde çalkalanmasına yol açmıştı.

      Mü'minlere kesin şart ve kaideler hâlinde bir çok vecîbeler yükleyen Kitap (Kur'ân)dan ziyade duyguya itibar ettikleri için medreseye cephe alarak raksı ve musikiyi ön plâna çıkaran ve zaviyelerde, hangahlarda rûhanî bir hava içinde, tekellüfsüz yaşayan sûfîler (şeyh ve dervişler), İslâm dogmatizmine intibakta güçlük çeken bozkırlı Türkmen kütleleri üzerinde tesirli oluyorlardı. Aslında da kitabî din öğretimi ile vazifeli medreseler daha lâyıkı ile kuvvetlenemediği için dinî bilgiler Sûfîlik telâkkileri ile oldukça karışık bir şekilde yürümekte idi. Bu dönemin din bilginleri islâmî akîdelerle sûfîlik arasındaki çelişkiyi yumuşatmağa çalışılorlardı. Başarıya ünlü kelâmcı Gazzâlî (ölm. 1111) ulaştı. İslâm dünyasında Fârabî (ölm. 950) ile canlandığı bilinen Eski Yunan felsefî düşüncesini red ederek, dinî felsefenin çeşitli konularında yazdığı kitap ve risâlelerinde sağlam mantıka dayalı ikna edici delillerle uzlaştırmağa muvaffak olduğu Kelâm-tasavvuf yolu ile Gazzâlî asırlarca İslâm dünyasının aydın çevrelerinde çok tesirli olan İslâm sûfîliğinin esaslarını kurmuştu.

      Bir yandan Haçlı ordularının sarsıntıya uğrattığı bir yandan da Bâtınî hareketlerinin yıpratmağa koyulduğu İslâm mânevî birliğini tehlikeden korumak için İslâm dünyasında bu yeni sûfîlik anlayışı ile her türlü yıkıcılığa göğüs germeğe muktedir bir rûhî huzur sağlamak maksadını güttüğü belli olan bu büyük mütefekkirin düşünceleri o tarihte bir hayatî gerçeğe uygun düşüyor, bir içtimaî ihtiyaca cevap veriyordu. Büyük çoğunluğu sünnî'lik çizgisinde olarak sûfiyane görüşlerin teşkilâtlanmasından ibaret tarîkatlar aynı mânevî sükûnu temine çalışırlardı.

      Türk-İslâm devrinde yaygın dört büyük tarîkat bilhassa toplayıcı vasıfları ile mühim idiler: Abdulkaadir Gilânî (ölm. 1166) tarafından kurulup Hindistan'a ve İspanya'ya kadar yayılan Kaadirî'lik, Harezmşahlar zamanında Şeyh Necm'üd-din Kübrâ (ölm. 1221)'nın kurduğu Kübrevî'lik, Anadolu'da Muhyiddîn İbn'ül Arabî (=Şeyh-i Ekber, ölm. 1240) tarafından kurulan Ekberî'lik arasında bilhassa ikincisi, eski Türk "alp"lik telâkkilerini yansıtan "melâmeti" fikirleri ile, Türk psikolojisini oldukça tatmin edici esaslar ihtiva ediyor ve Anadolu'da İran sûfîliği yanı baskın "Mevlevîlik"e temel vermiş oluyordu.

      Dördüncü büyük tarîkat olan Yesevîlik, Türkistan'da Yesi şehrinden Hâce Ahmed Yesevî (ölm. 1166) tarafından kurulmuş olup, tarîkat dili de Türkçe idi (Yesevî'nin "Hikmet"leri). Bozkırlı Türkler arasında çok sevilen Hakîm Süleyman Ata (ölm. 1186) sûfîliğe dair eserleri ile tananmış bir Yesevî idi. Yesevîlik Türkistan'dan ve kuzey bozkırlarından başka, Altun-ordu sahasında, Afganistan'da, Horasan bölgesinde yayılırken, bir yandan da Mâveraünnehir'de Nakşbendîlik (kurucusu Bahâ'üd-din Nakşbend, ölm. 1389) ve Anadolu'da Bektaşîlik ve benzeri tarîkatlerin ortaya çıkışlarını hazırlamıştı.

 Türk sûfîliğinin Türk-İslâm hâkimiyeti devrinde İran sûfîliğinden daha yaygın ve başarılı oluşu onun özelliğinden ileri gelmekte idi. Tasavvufî davranışı "sanatkârane bir dünya görüşü"ne geçiş sayarak, dolayısiyle mücadeleye sırt çevirerek, onu kavimler, devirler üstü bir düşünce tarzı şeklinde kabûl eden İran sûfîliğine karşılık, Türk sûfîliği insanî doğru ahlâk ve ruh temizliğini gaye edinmiş ve bunu, eski Türk düşüncesi ile bağlantısından dolayı, vatan ve ülkü fikirleriyle kaynaştırmıştır. Bu sebebledir ki; Türk sûfîliği temsilcileri ve taraftarları yurt müdafaasında, sınır boylarında ve fütûhatta büyük hizmetler görmüşlerdir. Böylece bozkır Türk "alp"leri Horasan'ın rûhânî atmosferinde, "baba", "abdal" gibi tâbirlerle anılan Türk şeyhlerinin rehberliğinde, "alp-erenler" olarak, savaş ülkesi Anadolu'da "gazi"ler sıfatı ile vatanî vazifelerini yapmışlardır. Ancak bir kere de Anadolu'da dinî duyguları siyasî istirmara vasıta kılınarak tahrik edilen Türkmenler devlete baş kaldırmışlardır (Baba İshak'ın idare ettiği Babaî isyanı, 1329).

Felsefe ve İlim
   İslâm felsefesinin, biri eski Yunan felsefesine, diğeri sûfîliğe dayalı olarak iki yanlı bir gelişme takip ettiği ve her iki cephesi ile de Türk düşüncesi ile ilgili bulunduğu görülmektedir. Türkler'den önce İslâm dünyasında Kelâm münakaşaları içinde yetişmiş ünlü sûfîler vardı, fakat bunlar mahallî ve münferid kişilerdi. Sûfîliğin asıl, siyaset dışı belirli görüşler etrafında merkezîleşerek, serbest tarîkatler hâlinde teşkilânması, daha ziyade dinî ve fikrî tolerans çağı olan Türk-İslâm hâkimiyeti devrinde meydana gelmiştir. Diğer taraftan Halife El-Me'mun zamanının (813-833) büyük tercüme faaliyeti ile islâm zihniyetine müfuza başlayan Yunan felsefesi tam başarısını Türkler'e borçlu idi. Çünkü karakteri madde, ölçü, mantık ve faydacılık olan Yunan düşüncesi, temelinde peygamberlik ve mûcizelerin yattığı "Sâmî" düşünceden kaynak alan islâm düşüncesinden ziyade gerçekçi Türk düşüncesine yakındı.

      Bundan dolayı Yunan felsefesi, islâm fikir hayatında ilk hakikî temsilci olarak Fârâbî'yi (ölm. 950) bulmuştur. Seyhun nehri kıyılarında Oğuzlar'ın Karacuk (Fârâb) şehrinde doğan Uzlug oğlu Muhammed Fârâbî metafizik, fizik, astronomi, mantık, psikoloji, siyaset vb.'ye dair yazdığı 160 kadar kitap ve risalesi ile Aristoteles'in hemen bütün fikirlerini en iyi açıkladığı için "Muallim-sânî" lâkabı ile tanınmış, batıda "Al-Pharabius" diye şöhret yapmış ve eserlerinden çoğu daha o asırlarda lâtinceye çevrilerek yüksek dereceli okullarda ders kitabı olmuştur.

      Fârâbî'nin felsefe ile dinî (akıl ile inanç) uzlaştırma konusunda açtığı çığır ibn Sînâ ile doğuda ve hıristiyan ilâhiyatçısı Aquino'lu Thomas (ölm. 1274) ile Batıda tâkip edilmiştir. Siyaset mevzuunu inceleyen Fârâbî'nin "hürriyet"i izah tarzı da çok ilgi çekicidir: "Doğru düşünen ve düşündüğünü yapmak iradesine sahip olan bir insan hürdür. Hem doğru düşünmeden hem iradeden mahrum ise behîmî (hayvan)dir. Doğru düşünüp te iradesi yok ise o, köledir. İlim ve felsefe ile meşgul kimselerden bazıları kölelikte öteki insanlardan geri kalmazlar. Bunların bilgilerinden fayda gelmiyeceği gibi, kendileri de diğer ilim erbabı için utanç sebebi olurlar."

      Diğer büyük filozof ve tabib İbn Sînâ'nın (ölm. 1037), Mâveraünnehir kültür çevresinde yetişmesi ve felsefî bilgisinin esaslarını Fârâbî'den alması İslâm-Türk kültürünün yüceliğini gösterir. Tıp, mantık, fizik, tabiiyat, ahlâk, din felsefesi vb. sahalarında 220 civarındaki eseri ile ilim ve fikir dünyasına yenilikler getiren İbn Sînâ (Batı'da Avicenna), islâmın en büyük filozoflarından 2.si olarak Doğuda ve Batıda çok tesir yaratmış, kitaplarından çoğu lâtinceye çevrilerek öğretim kuruluşlarında okutulmuştur.

      Fârâbî'nin açıp İbn Sînâ'nın geliştirdiği yeni islâm düşüncesi yolunda ilerleyenler, hattâ onu daha da kuvvetlendirmeğe çalışanlar olduğu gibi, Fahr'üd-dîn Râzî, Muhy'id-dîn Arabî, İbn Rüşd ve Gazâlî vb. büyük şahsiyetler de aynı "ekol"den feyz almışlardır. Ancak bunlar yeni felsefeyi olgunlaştırmağa ve yaymağa muvaffak olamamışlar, üstelik Gazzâlî ile Muhy-id-dîn Arabî müsbet felsefenin başka mecraya sürüklenmesinde başlıca rol oynamışlardır. Böylece gerçek felsefe hızını kesmiş ve yerini tedricen sûfîliğe bırakmağa mecbur olmuştur.

       Bilhassa Gazzalî müsbet felsefeye karşı mücadeleyi en iyi veren mütefekkir idi. Onun meşhur Tehâfüt'ül-felâsife (Filozofların yıkılışı) adlı eseri Râzî'nin tenkidlerine uğramış ve özellikle İbn Rüşd'ün (ölm. 1198) kaleminde şiddetli bir direnç ile karşılaşmış (Tehâfüt'ül-Tehâfüt) ise de, siyasî ve sosyal çalkantılar içinde bocalayan doğuda Gazzâlî sûfîliğin tesiri azaltılamamış, düşüncesi din çerçevesini kıramamış, halk kütleleri tarafından benimsendiği bilinen çeşitli râfızî telâkkiler de yüksek din felsefesi seviyesinin büsbütün düşmesine yol açmıştır.

 Neticede sûfîlik bir dinî-fikrî hamle olmaktan çıkarak, istikbalin keşfi, "esrar perdesi"nin kaldırılması ve kehanet gibi akıl-dışı bir takım tatbikata sahne hâline gelmiş ve artık her şeyh ve dervişten kerametler beklenir olmuştur. Bu durum da müsbet düşünme melekesinden mahrum bıraktığı, aynı zamanda makbûl dinî terbiyesini yozlaştırdığı kütleleri ilim zihniyetinden ve hakikatlerden uzaklaştırmış, ayrıca dinî bilgileri de gittikçe kalıplaştıran medrese ile dergâh (tarikât ocağı) arasında sürüp giden kavgalar da, önceki asırların aklî düşünce ve ilim hayatını âdeta tüketmiştir.

Edebiyat
Bu İslâm-Türk devletlerinde edebiyat ve şiir büyük gelişme göstermiştir. İran edebiyatının sayılı şâirleri Gazneli Mahmûd'un himayesinde yetişmişlerdir. Bugünkü edebî Farsça'nın temelini atan, meşhur Şehnâme şâiri, Firdevsî de bunlar arasında idi.
Delhi sarayında da, şâirler, bilhassa Alâ'üd-din Kalaç devrinde -Gazneliler ve Selçuklular'da olduğu gibi- "Mavacib-i şâ'iri"(şâirlik ödeneği) alırlardı.

      Hint-Türk hükümdarları eski Hint eserlerinin tercümelerine de yardım etmişlerdi. Bunlar arasında en mühimmi, "Kelîle ve Dimne" diye tanınan ahlâk kitabı Pançatantra'nın, Gazneli sultanı Bahrâm-şah (ölm. 1157 )adına Nizâm'üd-dîn Ebu'l-Ma'alî tarafından Farsça'ya tercümesidir.

      Şiir ve edebiyat sahasında büyük ilerlemeler kaydedilen Selçuklu devrinde bilhassa Fars edebiyatı çok gelişmiştir. Türk sultanlarının maddî, mânevî, himayeleri sayesinde İran edebiyatının en seçkin simaları bu çağda yetişmişlerdi.

      Bu devirde Türk edebiyatı, bilindiği gibi, Anadolu'da gelişmiştir. Malazgirt zaferinden beri eski Oğuz menkıbelerini, bozkırların destânî konular ile süslenmiş kahramanlık hikayelerini kopuz çalarak söyliyen Türkmen halk şâirlerinin, 12-13. yüzyıllar Anadolu'sunun gaza ve fetih ruhuna uygun islâmî geleneklerini (Ebû Muslim, Hz. Hamza, Hz. Ali etrafında örülen efsaneler vb.) Türkçe terennümleri ile başlayan bu edebiyatta Dânişmendname, Battal Gazi destanı, Sarı Saltuk menkıbesi vb. gibi mahsuller yanında Yesevî şâirlerinin tesiri ile sûfîyane Türk edebiyatı çığırı açılmıştır. Aynı zamanda Sultan Veled aracılığı ile Gülşehrî'yi ve Âşık Paşa gibi klâsik Türk şiirinin temsilcilerini hazırlayan bu çığırda, ünlü Türkmen şâiri Yunus Emre (ölm. 1320) asırlarca erişilmesi mümkün olmayan bir şahikaya yükselmiştir.

 

      Bu itibarla İslâm-Türk devletleri tarihinde müsbet ilim konusunu iki devrede ele almak icab etmektedir. 12. asır ortalarına kadar olan ilk devrede, felsefede görüldüğü gibi, dünyaya rehberlik edecek bir kudret gösteren ilim, daha sonra silinip gitmiş gibidir.
Türk-İslâm topluluklarında müsbet ilim yine Fârâbî ile başlar. İhsâ'ül-ulûm adlı kitabı ile ilimleri ilk tasnif eden Fârâbî'nin bu eserin lâtince tercümesi, aynı mevzuda Gundisallinus (ölm. 1157)un kitabına esas olmuştu. Fârâbî ayrıca Eukliedes'in geometrisini de şerh etmişti. Diğer ilim adamlarından, trigonometrinin kurucularından sayılan, Türk asıllı, Abdullah al-Bârânî (ölm. 929) ile matematik ilminin doğudaki başlıca temsilcilerinden olan, Kitab'ül-Cebr ve'l-Mukabele yazarı, İbn Türk'ül- Cîlî'yi burada zikretmek lâzımdır. Matematik bilginlerinden biri Harezm'li Abu Reyhan'ül-Bîrûnî (ölm. 1051)dir.

      Gazne Türk sarayında yaşayan ve Sultan Mahmûd'un yanında Hint seferlerine katılan, ihtimâl Türk asıllı, el-Bîrûnî'nin, eserlerinde "Âyet"lerle Yunan filozoflarının sözlerini bir arada zikretmesi dikkate değer. Ona göre, ilmin ilerlemesi için, serbest düşünebilmek şarttır ve "İnsanların düşünüş ve inanışları başka başkadır. Mâmuriyet(medeniyet) de bu çeşitlilikten doğar". Açık zihniyeti ile çağdaş bir ilim adamı hüviyetinde beliren el-Bîrûnî çeşitli bilgi dallarında 110'dan fazla eser yazmıştır. İstahraç'ül-Avtar fi'd-Dâire adlı eserinde çember yayları ve kirişler hakkında yeni teoremler koymuş, Tasdik'us-Suver'inde geometrik iz-düşüm usullerini incelemiştir.

      Geometrinin sadece pergel ve cedvel kullanmak suretiyle halli mümkün olmayan bir klâsik meselesi üzerindeki buluşları hâlen de "Bîrûnî Problemleri" diye anılmaktadır. Tahdid Nihayet'il-Emâkin adlı kitabı, ise matematik coğrafyanın incelenmesine dairdir ve bazı trigonometrik meseleler de burada açıklanmıştır. El-Bîrûnî, "Dünya tarihinin Arkhimedes, Leonardo ve Leibniz tipindeki ilmî ve entelektüel dâhîlerinden" kabul edilmektedir.
Astronomide yıldızlardan geleceğe ait hükümler çıkarmak gayretlerinin (ilm-i Nücum) yersizliğini açıklayan Fârâbî'ye göre, gök yüzü varlık ve hâdiselerinden insanların âkıbetlerini keşfetmek mümkün değildir: arz ile güneş arasına ay'ın girmesi ile vâki olan güneş tutulması gibi bir gök hâdisesi'nin yeryüzünde meselâ bir hükümdarın ölmesi ile münasebetine inanmak "acab al-acaib"(saçmaların saçması) bir şeydir. Fârâbî'ye göre, her hâdisenin bir sebebi vardır: "Tesadüfler bizim sebebini bilmediğimiz hâdiselerdir".

      İbn Sînâ Hemedan rasathanesinde çalışmış el-Bîrûnî ise, Tarih'ül-Hint'inde arzın bir yılda güneş etrafından döndüğünden bahsetmiş, El-Kanun'ul-Mes'ûdî (Gazneli Sultanı I. Mes'ûd adına yazılmıştır)'sinde enlem ve boylamlar üzerinde durmuş, arsın boyutlarını, Gazne-İskenderiye arasındaki enlem ve boylam dairelerini tesbit etmiştir. Dokunduğu her madenî altuna çevirdiği iddia olunan "Filozof taşı"na ve hayatı uzatan veya ebedîleştiren "İksir"e inanmadığını, bunların birer hayal olduğunu belirten İbn Sînâ'dan sonra, yine el-Bîrûnî El-Cemahir Fi Ma'rifet'il-Cevahir adlı eserinde ilk defa özgül ağırlık hususunda mühim neticelere varmış, icad ettiği bir piknometre ile 16 maddenin özgül ağırlığını hakikate çok yakın şekilde ölçmüştür.

    İslâm-Türk dünyasında hekimlik konusunda şüphesiz İbn Sinâ birinci plânda yer alır. Kendisi Batı ilim âleminde "Tababetin hükümdarı" diye anılır. Bîrûnî'nin Kitab'üs-Saydele'si de ilaçlara ve şifalı otlara tahsis edilmiştir.

       Eskiden İslâm dünyasında coğrafya, daha ziyâde, bir gözlem bilgisi durumunda iken, bunun ilim hâline sokulması Türk-İslâm çağında olmuştur. El Bîrûnî Sultan Mahmûd ile birlikte gittiği Hindistan'ın tarihini, coğrafyasını, örf ve âdetlerini tesbit ettiği Tahkik ma li'l-Hint adlı eserinde bu kıtanın coğrafyasına dair geniş bilgi vermiş, hattâ İndus vâdisinin aluviyonla dolan eski bir deniz kalıntısı olduğunu söylemiştir. Tahdid'ül-Emâkin'inde ise Hindistan, Afganistan ve Harezm hakkındaki jeolojik tesbitlerini kaydetmiştir.

      Filoloji bahsinde Arap dilinin en iyi sözlüklerinden biri kabul edilen Es-Sihah fîl-luga veya Sihah-i Cevheri adlı eserin yazarı İsmail Cevheri (ölm. 1002), kaynakların bildirdiği üzere, Fârâb'lı bir Türk'tü. Bu devirde bir çok tarih kitabı yazılmıştı. Fakat bunlardan çoğu maalesef bize kadar gelmemiştir.

      Kara-Hanlı ülkesinde Türkçe manzum olarak yazılan Kutadgu-Bilig, Türk devlet düşüncesi, kanun anlayışı, hâkimiyet telâkkisi ve siyaset görüşü bakımlarından şüphesiz bir şahaserdir. Bu kitap Balasagunlu Has Hâcib Yusuf tarafından Kasgar'da 1070'e doğru, Uygur harfleri ile yazılmış ve Buğra Han (Ebu Ali Hasan)'a takdim olunmuştur. Uygur harfleri ile türkçe manzum diğer bir kitap da Yüknek' Ahmed adında bir Türk'ün, Emîr-i Dâd (Adliye Bakanı) Muhammed Bey namına hazırladığı, Atabet'ül-Hakayik'dir. Zaman itibarı ile Kutadgu Bilig'den biraz sonra yazılan ve daha ziyade bir nasihat-nâme olan bu eserde islâmî tesirin hayli koyulaştığı görülmektedir. Batı Kara-Hanlı hükümdarlarından II. Mes'ûd (ölm. 1178) adına da Agrâz'üs-Siyase fî İlm-il-Riyase adlı bir siyaset-ahlâk kitabı yazılmıştır.

      İslâm dünyasında öğretim ve eğitim bakımından Selçuklu İmparatorluğu çağının bir dönüm noktası olduğu bilinir. Daha önceleri dağınık ve hususî şekilde yapılan öğretim ilk defa Sultan Alp Arslan zamanında programa bağlanmış ve devlet himayesi altına alınmıştır. Selçuklu devletini bu ciddî kültür faaliyetine sevkeden sebeplerin başında, ana siyaset icabı, şiîlik ve diğer rafîzî düşüncelerle mücadele geliyordu.

      Başlangıçta fakihler ve bilginler için tahsisat ayırmak, zâhidler için imaretler açmak yolu ile devlete bağlı mânevî kuvvet cephesi meydana getirmeğe çalışılırken, büyük ilim ocakları medreselerin kurulması ile imparatorluk ölçüsünde kadrolanan öğretim düzenine girildi. Böylece tanınmış ilim ve fikir adamlarını sinesinde toplayan, maaşlı müderrisleri (profesörleri), aylık ve erzak tahsisatı alan öğrencileri ile meccanî öğretim yapan, ders programları tesbit edilmiş ve zengin kütüphaneler ile donatılmış en yüksek öğretim müessesesi olarak medrese islâm dünyasında Sultan Alp Arslan tarafından kuruldu(1066).

   Bağdat'ta 60 bin dinar(altun)a inşa edildiği rivayet olunan "Nizamiye" adlı bu medreseye çarşılar, han, hamam ve çiftlikler vakfedilmişti. Dinî bakımdan hanefî ve şâfiî fıkıhlarını öğreten Bağdat Nizâmiyesi ilim ve fikir hayatında mühim rol oynamış, yüksek vasıfta bilginler yetiştirmiş, buradan çıkan gençler memleketin selâhiyetli şahsiyetleri olarak yüksek makamlar işgal etmişlerdir. Yine o sıralarda İsfahan, Nişâpur, Merv, Belh, Herat, Tûs, Basra, Âmul gibi merkezlerde birer benzeri kurulan Bağdad Nizâmiyesi'nin ders konuları ve programları, esas itibariyle, bütün islâm ülkelerinde ve Osmanlılar dahil, İslâm-Türk devletlerinde asırlarca takip ve tatbik edilmiştir.

     Nizâmiye medreselerinde dinî bilgiler yanında, felsefe (kelâm), filoloji (Arap dili ve grameri) ve matematik (riyaziyat, hey'et) vs. gibi ilimler de okutulduğu için ve Avrupa'da benzer müesseseler daha geç tarihlerde kurulmuş olduğundan, Bağdad Nizâmiyesi yüryüzünde ilk üniversite sayılmaktadır. Daha sonra Selçuklu devletlerinde, Harezmşahlar'da, Atabeylikler'de, Türkmen beyliklerinde, Hint'de ve Mısır'da sultanlar, devlet adamları ve hâtunlar tarafından, aynı esaslarda yürümek üzere, kurulan medreseler sayılmıyacak kadar çoktur. Medreselerin devletin sivil idare kadrosuna memur yetiştirmesi itibariyle de büyük önemi vardı.

     Selçuklu devrinde tabipler, belagatçiler yetişmiş, matematik ilmi de yüksek bir seviyeye ulaşmış ve daha çok edebî hüviyetiyle tanınan meşhur Ömer Hayyâm (ölm. 1131), Muhammed Beyhâkî gibi kuvvetli temsilciler bulmuştu. Ayrıca 1074-1075 senesinde bir rasathane kurularak tetkikler yapılmış, Ömer Hayyâm, Ebu'l-Muzaffer İsfizarî, İbn Necûb'ül-Vâsıtî gibi yüksek hey'etçiler "Târih-i Melîkî" veya "Târih-i Celâlî" veya "Takvim-i Melikşahî" denilen bir takvim tertiplemişlerdi ki, bu takvim bugün kullanılan Gregorien takviminden daha doğru hesaplara dayanıyordu.

     Bütün Türk hükümdarları gibi Selçuklu Sultanları da tarih bilgisinin gelişmesini teşvik etmişlerdir. Böylece Selçuklular'ın menşeinden bahseden eserler hep bu çağın mahsülleridir.
Türkmen beyliklerinde Dânişmend Gazi Ahmed Bey'in hayat ve savaşlarını anlatan, destânî mahiyeti ünlü Dânişmendnâme vardır.

     Bununla beraber Mısır ülkesinde Oğuz lehçesi ile de kitaplar yazılıyordu.

Sanat
 Ortaçağ Türk hakimiyeti devrinde sanat ve imar faaliyetini gösteren ve aralarında çoğu şahaser vasfını taşıyan mimarî, kitabe, hat, tezhib, süsleme, minyatür, çini, halı ve kilim gibi sanat eserlerini burada saymağa imkân yoktur. Kaynaklarımızın ve Nâsir-i Hüsrev (ölm. 1061)den itibaren son zamanlara kadar bir çok seyyahın görüp yazdıkları üzere, Çin sınırlarından Akdeniz'e, Oğuz bozkırlarından Hindistan ortalarına ve Mısır'a kadar uzanan geniş coğrafya üzerinde güzel ve çok kere renkli yazılı, dahilen ince süslemeli, bazıları çini kaplı saray, cami, mescid, imaret, han, hamam, darüşşifâ, medrese, hangah, türbe, künbet, şadırvan, çeşme, sebil, kale, sur, ribat ve mezar sandukasından binlercesi mevcuttur.

      Anadolu Türkmen paralarındaki tasvirlerin de gösterdiği gibi, Sultan Tuğrul Bey'in Bağdad'da taç giyip kılıç kuşanması münasebetiyle, bu merasimin hatırası olarak hazırlanan tasvirli altun ve madalya ve Rey'de saray hayatını canlandıran kabartma Selçuklu devri sanatının nadir örnekleridir. Uygur Türk müziği ile sıkı alâkası bilinen Oğuz musikisi, daha sonra Mâverâünnehir, Azerbaycan ve Anadolu'da üç kol halinde gelişmiş ve Türkler'in nüfuz ettikleri yerlere kadar yayılmıştır.

      Bütün bu Türk devletlerinde taş işçiliği (meselâ hemen bütün Anadolu'da bile ekol hâlinde gelişen Ahlat taş işçiliği), kuyumculuk, kakmacılık, bakır işçiliği, zırh, kemer, kalkan, mineli cam imâlâtı, keramik, yünlü, pamuklu, kadife dokumacılığı halıcılık ve döküm sanatı en zarif mahsullerini vermişlerdi ki, bunlar hâlâ Türk ve dünya müzelerinin gözde eserlerini teşkil eder.

İmar Faaliyetleri

        Mısır'da Fustât yakınında yeni bir şehir (el-Katâî) kurdurmuş olan Tolun-oğlu Ahmed ayrıca çeşme, hamam, su bendi ve İslâm dünyasında ilk defa, yoksul ve fakirlerin parasız tedavi edildiği bir devlet hastahanesi yaptırmıştı (873). Buna bağlı bir de eczahane vardı. Yine onun inşa ettirdiği, hâlâ Kahire'de mevcut, ünlü Tolûnîye Câmii İslâm sanatına Türk zevk ve üslubunu katar bir eserdir. Oğlu Humârveyh'in, salonları hükümdar ailesi mensuplarının heykelleri ile süslü, duvarları altın yaldızlı sarayı ile, Kur'ân sûreleri biçiminde tarhlanmış bahçesi meşhurdu. İslâm dünyasında bahçe kültürü ve çiçekçilik önce burada görülüyordu. Yine tarihte ilk olarak Sâmerrâ'da Türkler tarafından kurulan hayvanat bahçesinin daha mükemmeli bu devirde Mısır'da tesis edilmişti.

      Kara-Hanlı hükümdarları Mâveraünnehir, Kâşgar, Balasagun bölgelerinde câmi, medrese, türbe, yol, köprü ve zengin vakıflarla desteklenen ribâtlar yaptırmışlardı. Şems'ül-mülk Nasr Han'ın Buhâra'da inşa ettirdiği köşkler, bahçeler, havuzlar, korularla süslü idi. Ayrıca bir de hayvanat bahçesinin bulunduğu "Şemsâbâd" sitesi ile, 1068 yılında yaptırılan muhteşem mihrablı Buhâra Ulu Câmii çok meşhurdu. Sarayının mermerleri, yaldızları, altundan çiçek ve çubuk tezyinatı el-Utbî tarafından medhedilen Sultan Mahmûd devrinde Gazne pek mâmur, süslü ve yine Sultan Mahmûd'un Leşker'i Bazar sarayı muhteşem idi. Gazneli devletinin diğer şehirleri de yüksek mâli güç sayesinde îmar edilmiş, güzelleştirilmişti.

      Bütün bu eserler, kalıntılarından anlaşıldığı üzere, birer sanat âbidesi heybetinde idi. Türkler başka yerlerde olduğu gibi, burada da sanat ve mimariye kendi damgalarını vurmuşlardı.Bu Türk devletlerinden kalma kaleler, surlar veya eski hisar ve beden tamiratından başka saraylar, camiler, medreseler, türbeler, mezar sandukları, hastaneler, kervansaraylar, ribâtlar, köprüler, su yolları vb.den bir kısmının harabeleri hâlâ mevcuttur. Bütün bu imar faaliyetinin en iyi delilleri, pek çoğu elde bulunan, kitâbelerdir. Bütün bu memleketler Türkler zamanında meydana getirilen eserlerle dolu idi. Bu eserlerin çoğu o çağın hatıralarıdır ve umumiyetle Selçuklular tarafından ortaya konanlardan daha kalabalık ve daha sanatkâranedir. Türk sanat özelliklerini taşıyan ulu camiler, kümbedler ve medreseler tam bir Ortaçağ Türk beldesi manzarasını asırlarca muhafaza etmişlerdi.

Türk Hususiyetleri
İslâm çevresinde kurulan ve Türk-İslâm kültürünün gelişmesine büyük ölçüde hizmet ettiğini gördüğümüz bu devletlerde, buraya kadar temas edilenlerin dışında diğer Türk kültür unsurlarının da yaşadığı şüphesizdir. Bu yönden anadil Türkçe başta gelir. Kara-Hanlılar'da devlet, halk dili ve edebî dil Türkçe idi. Gazneli saraylarında Türkçe de konuşuluyordu. Harezmşahlar'da hükümdar ailesinden başka orduda hâkim dil yine Türkçe idi. Harezmşah Alâ'üd-din Muhammed, halifenin elçisi ile konuşurken kendisinin Türk olduğunu ve Arapça bilmediğini söylemişti.

       Delhi Sultanlığı'nda idareci tabaka ve ordu mensupları tarafından Türkçe konuşulduğunu Fahr'üd-dîn Mübârekşah'ın eseri ve Türkçe tabirler göstermektedir. Selçuklular'da da durum böyle idi. Sarayda ve her tarafa dağılmış, büyük yekûnlara yükselen Türk askerî kuvvetlerinin her yerde konuştukları dil Türkçe idi. Bu itibarla, bu devir İslâm-Türk devletlerinde "devlet dilinin" bazılarında Arapça, bazılarında Farsça olduğu hakkındaki iddialara fazla değer vermemek lâzımdır. Zira ancak son asırlardaki millî devletlerin ortaya çıkardığı "resmî dil" anlayışını Ortaçağlarda aramak doğru değildir. O devirlerde gerek yazışma, gerek konuşma dilinin tâyininde en esaslı faktör idare edilen halk idi. İran sahasında ve Arap memleketlerinde idareyi Türkçe ile yürütmek imkânı yoktu.


      Buna göre, Türkler'in daha önceleri de gelişmiş edebî dilleri ve kendi yazıları olduğu hâlde, o çağda İslâm dininin tesiri ile Kur'ân dili olduğu için yaygın Arapça ve halk çoğunluğunun anadili olan Farsça yanında Türk dilinin devletler ölçüsünde umumîleşmemiş olması tabiî karşılanmak gerekir.Diğer taraftan Büyük Selçuklu İmparatorluğu zamanında Türkçe'nin ehemmiyetini gösteren vesikalar vardır. Bunlardan biri 1074 yılında Bağdat'ta Kâşgarlı Mahmûd tarafından yazılan Dîvan-ı Lûgat-it-Türk'tür ki, müellif bu kitabını Türk olmayanların Türkçe öğrenmek ihtiyaçlarını karşılamak üzere yazdığını kaydeder. Bu eserde işaret edilen "Türk dilini öğreniniz, çünkü Türkler'in saltanatı uzun sürecektir" mealindeki bir "hadîs" de devrin dikkate değer bir telakkîsini ifşa eder.


     Türk sözünün "Olgunluk çağı" mânâsına geldiğini söyleyen Kâşgarlı Mahmûd'un ortaya koyduğu üstünlük hissi, İbn Hassûl gibi devlet adamları, Saa'lebî ve Gazzî gibi şâirler tarafından da ifade edildiğine göre, o zamanki Türk topluluğunda hâkim bulunan hamleci ruh iyice anlaşılır. Nitekim Türk nüfusunun kesafet kazandığı Anadolu'da bu ruh büsbütün canlanmış, Yunus Emre başta olmak üzere birçok büyük şairler ve edîbler yetiştirmiş ve Konya'da Türkçe için ferman çıkaran (1277) Karamanoğlu Mehmed Bey gibi siyasî temsilciler de bulan anadil, yazma ve konuşma dili hâline gelmiştir.


     Bunun dışında eski Türk, örf ve âdetlerinden çoğu bu Türk devletlerinde devam etmekte idi. Meselâ Türkler'e "köpeğe benzer" bir hayvanın rehberlik yaptığı şeklindeki rivayet eski Bozkurt efsanesinin Türkmenler arasında yaşadığını gösterdiği gibi, Selçuklu resmî yazılarında, sultanın tuğrasında, paralarda, çetr üzerinde görülen ve Sultan Tuğrul Bey'in talebi ile imparator K. Monomakhos tarafından İstanbul'daki mâbede hâkkettirilen ok ve yay, eski bir geleneğin devamından başka bir şey değildi. Eski Gök-Türk ve Hazar hâkanlıklarında mevcut olup Selçuklu teşkilâtında da pek mühim bir yer tutan Atabeylik müessesesi ve kadına devlet işlerinde rol verilecek kadar itibar edilmesi, İslâm-Doğu dünyasına Türkler'in getirdiği idarî ve sosyal yeniliklerden idi.


  Orduda kalabalık süvari birliklerinin teşkili, sağ-sol taksimatı, büyük savaşlarda tatbik edilen Turan taktiği hep Bozkır kültürün İran sahasındaki Türkler tarafından yaşatılan değerleridir ve bunlar ufak farklarla tâ Osmanlı devrinde de görülür. Yine eski Türk geleneklerinin devamı olan yoğ, sultanların devlet ileri gelenlerine ve halka umumî ziyafetler vermesi (toy), bu ziyafetler sonunda tabak, kaşık ve sairenin yağmalanması, eski Türk hâkimiyet anlayışı ile ilgili idi.


      Çeşitli renklerde ve biçimlerde bayraklarla birlikte Tuğ kullanılması, sürek avları, Harezmşahlar'da, Delhi sultanlığında, Mısır'da da yaygın olan top ve çöğen oyunu, Sultan Tuğrul Bey'in son evlenişi münasebetiyle Bağdat'teki düğünde, Türk şarkıları söylenirken, bizzat oynadığı ve Ruslar'a geçmiş olması muhtemel Türk raksı, askerî kıyafet ve Türk unsuru arasında Türk töresi hükümlerine göre yürütülen örfî hukuk hep Orta Asya'dan intikal ederek Türk-İslâm dünyasında yüzyıllarca yaşayan hususiyetlerdi.


      Doğu Anadolu beyliklerinde hükümdarlar Artuklu, Mengücüklü, Saltuklu vb. kitâbelerinde görüldüğü üzere, Alp, Kutlug, İnanç, Uluğ, Tuğrul, İnanç Yabgu, Alp Tuğrul, Tegin, vb. gibi Türkçe unvanlarla anılıyor ve paralarına kendi boy damgalarını vurduruyorlardı. Bu beylikler, herhâlde batıda Anadolu Selçukluları ve doğuda Harezmşahlar'a nisbetle millîliklerini daha iyi korumakta idiler. Ancak, Türklük şuurunun kuvvetli tutulmasını sağlayan ilmî, edebî sahadaki faaliyetlere imkân hazırladıklarını bildiğimiz Mısır idarecileri, kendilerini Türkmenler'den de üstün sayıyorlardı.


      Orada yalnız orduda değil, halk arasında da atlı sporlar, avcılık, çöğen oyunu gibi bozkır gelenekleri devam ettiriliyor, çok kere "töre" hükümleri yürütülüyor ve devlet doğrudan doğruya "Türk" adını taşıyordu.("Ed-Devlet'ül-Türkîyye")
Bütün bu Türk-İslâm devletlerinde Türkler'e yabancılar tarafından yüksek vasıfta, üstün insanlar gözü ile bakılmış, kabiliyet, güzellik ve şecaatleri öğülmüştür. (Meselâ el-Cahiz, İbn Hassûl, Zemahşerî, Mübarekşâh.)

 

       Baba'lar ve abdal'lar halk velîleri idi. Zihniyetleri basit bir islâmî cila altında gelişen râfızî telâkkilerden meydana gelmişti. Horasan'a inen Türk kütleleri üzerinde, yeni kültür çevresindeki islâmî akîdeler yanında, eski İran'ın Maniheizm, Mazdekizm ve Zerdüştlik gibi dinî kalıntıları ile birleşerek yeni bir mezhep hüviyyeti kazanmış olan şiîliğin tesirleri olacağı tabiî idi. Sünnîliğe aykırı inanca eğilim bilhassa halk velîleri (Türkmen babaları)nda hissediliyordu. Eski Türk davranışı kadrosu içinde ortaya çıkan bu râfızî şeyhler, dervişler, Türkmenler arasında seviliyor, sayılıyorlar, hattâ, birer sünnî müslüman olarak islâm birliğinin koruyuculuğunu yaptıklarını, şiîlik ve kolları cereyanlarla mücadele ettiklerini bildiğimiz Türkmen hükümdarları (Selçuklu sultanları ve diğerleri) tarafından yadırgınmıyorlardı.

       Meselâ Tuğrul Bey, Alp Arslan, Melikşah zamanlarında Baba Tahir Uryân, Ebû Saîd Ebû'l-Hayr vb. bu türden ve itibarlı kimselerdi. Harezmşahlar devletinde bir Âhû-puş hükümdarlar nezdinde halkın sözcülüğünü yapacak kadar tesirli idi. Benzer bir sûfî de Mısır'da vardı. Hızır adlı bu şeyhe sultanlar tarafından saygı gösterilirdi.
Böylece Türk-İslâm devletlerinde bir yandan aydınlara hitap etmek ve diğer taraftan halkı temsil etmek üzere gelişen ve yayılan sûfîlik her iki cephesi ile Anadolu'da da mevcut olmuş ve bilindiği gibi orada da Türkmen babaları yanında, islâmî ilimlere vâkıf derin kültürlü sûfîler (Muhyeddin Arabî, Celâl'üd-dîn Rûmî vb) büyük rol oynamışlardır. Türkmen beyliklerinde de tasavvufî eserler yazılmıştır.

      Sûfîlik Delhi Türk Sultanlığı'nda da kuvvetli idi. Ferîd'üd-dîn Evliya (ölm. 1325) ile bunun halefi "Mahbûb-u İlâhî" diye anılan Nizâm'üd-dîn Evliya (ölm. 1325) ve şair Hasan Dihlevî (ölm. 1327) devrin şöhretli sûfîleri idiler. Hindistan'da bu cereyan Hint düşüncesinde inkılâp yapmış görünmektedir. Eski canlılığını kaybederek şeklîliğe boğulmuş Brahmanizme karşı içten ve gerçek ibadeti öne süren eden sûfîlik oldukça etkiliydi. Bakhti hareketinin 14. asırdaki kuvvetli müdafaacısı Ramanand'ın şu fikirleri islâmî sûfîlik inancını yansıtmakta idi: "Herşeye hâkim olan Tanrı, herşeyde mevcut olan bir kudrettir".

      15. asırda, insanların eşit olduğunu ileri sürerek, "kast" sistemini redde doğru hamle yapan Benares'li Kebîr de şöyle diyordu. "Kalb temizliği, Ganj'da yıkanmaktan daha mühimdir. Hindliler'le Türkler aynı topraktan yapılmış çanaklar gibidir". Nizâm'üd-ün Evliya'nın düşüncelelerine çok yakın olan bu görüşler sonraki Sikh inancına esas teşkil etmiştir. Karmatîler elindeki Multan bölgesinin devlete kazanılmasında çok hizmetleri geçen sûfîlerin oradaki türbelerin arasında en güzellerinden biri, Şeyh Rükn'üd-din için, Giyâs'üd-dîn Tuğluk tarafından yaptırılmıştır.


ARİF ERTÜRK
 
selamunaleyküm.ARİF ERTÜRK
HACE AHMET YESEVİ
 
BAŞINA SARIK BAĞLAR,
KENDİNE MÜRİT ARAR,
İLMİ YOK NEYE YARAR,
AHİR ZAMAN ŞEYHLERİ..
YUNUS EMRE
 
EMEKSİZ ZENGİN OLANIN,
KİTAPSIZ BİLGİN OLANIN,
SERMAYESİ DİN OLANIN,
REHBERİ ŞEYTAN OLMUŞTUR.
 
SİTEMİZİ ZİYARET EDEN 115838 ziyaretçi (242810 klik) KİŞİ BURADAYDI
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol